Geçen ayki sayfa görüntüleme sayısı

30 Aralık 2010 Perşembe

Satori...

Çocukken en sevdiğim oyunlardan birisi ‘Kızmabirader’ idi. Hem zar atmak heyecan yaratırdı hem de oyun arkadaşlarımı geçme çabası.

Evde oyun oynamak, bir masa etrafında toplanmak da çok zevkli, hele ki soğuk kış günlerinde, sıcak evden dışarıya çıkmak istemeyince. Son zamanlarda favori oyunumuz ‘Satori’ oldu. Bir zamanlar sadece ruhuma yönelmişken, son zamanlarda artık ruhsal olarak ne istediğimi öğrendikten sonra, insanın ruh-zihin-beden olarak bir bütün olduğunu ve hepsi dengedeyken daha doyumlu olunduğunu farkettim. Satori- Radikal Affetme oyunu da bu konuda büyük farkındalıklar getiren  eğlenceli,zevkli  bir macera sunuyor insana.

Dört kişi kendine istediği renkte bir piyon seçtikten ve zar attıktan sonra macera başlıyor. Herkes kendine bir konu ve bir olay kartı çekiyor ve sonra çektiği kartlara istinaden neler yaşamış olabileceğini anlatıyor. Oyun zaten kendi kendini anlatan tanımlarla dolu kutucuklar üzerinden devam ediyor, amaç kurban konumundan çıkıp affetmeye giden yolda ilerlemek, bunu yaparken de farkındalık, teslimiyet kapılarından geçiliyor. Eğer oyun sırasında algılarınızı kendinize doğru açık tutabiliyorsanız, kendinizi yargılamadan olanı biteni açık yüreklilikle kendinize açıklayabiliyorsanız bir çok konu da aydınlığa ulaşıyor.

Büyüdüğümüzü sanıyoruz, çok ciddi şeyler yapıyoruz, içimizdeki çocukları bir yerlere sıkıştırıp kapatıyoruz ve hayatın böyle bir şey olduğunu düşünüyoruz. Ben çok ciddi bir ailede büyüdüm, gülmek yasaktı, eğlenmek, sofrada konuşmak yasaktı, nerede ne yapılması gerekliyse o yapılırdı, sofrada sadece yemek yenirdi, sadece televizyon izlenirdi. Çocuğum büyürken bir yandan çocuğuma ilk üç yıl ben baktığım için, ona neler verebildiğimi, nasıl davrandığımı, nasıl konuştuğumu çok iyi farkettim, farketmek istemediğim zamanlarda bile bunu gözüme sokmayı başardı sağolsun sevgili kızım. İşte o zaman ne kadar ciddi olmaya çalıştığımı ve hayatın zevkli anlarının içine ettiğimi anladım.

Bu oyun da beni bundan kurtarıyor biraz biraz… hem eğleniyorum hem de kendimi keşfediyorum. Daha da ne olsun?

26 Aralık 2010 Pazar

bir günde...

Her gün deniz kenarındayım. Hiçbir yere gidemiyorum, gitmek de istemiyorum zaten. Buranın manzarası çok güzel. Denizin rengi, şekli her gün, her an değişiyor, her an yeni bir macera gibi... Üstünde gemiler yükleriyle salınırken insanlara bakınıyorum. Herkesin ne dertleri var, her gün nelere tanık oluyorum...

Geçen gün yaşlı bir çift geldi. Yılların yorgunluğu bacaklarında birikmiş, ağır adımlarla yürüdüler bana doğru. Sonra oturdular ve bir nefes çektiler, deeeeeeriin ve içten, denize bakarken. Adam kadının elini tuttu, sevgi parmak uçlarından kadının parmak uçlarına değdi ve hücrelerine işledi, aynı anda kadının kalbinin pırpırından çıkan esinti sevgiyi geri yansıttı, hiç konuşmadılar, sadece denize baktılar.

Onlar kalktıktan kısa bir süre sonra, bir kadın geldi, pusette bir bebekle birlikte. Bebeğe sevgi sözcükleri söyledi, aman da canım, aman da cicim...Sonra pusetin altındaki çantadan bir bebek maması çıkardı. Kadın kavanozu açtı, bebek mıkırdanmaya başladı. Kadın mamayı kaşıklarken, mıkırtı kedi miyavlamasına dönüştü. Kadın bebeğin ağzına mamayı sokmaya çalıştıkça, mama geri püskürtüldü. Kadın tekrar denedi ve bebek tekrar, kadın denemeye devam ettikçe siniri kalçalarından yayılmaya başlamıştı. Bebeğin mıkırtısı ağlamaya dönüştü, kadının sevgi sözcükleri ise sinir sözcüklerine ve kadın nefesini tuttu, ona öğretilmiş annelik prosedüründe bebeğe mamayı yedirmek vardı, bebekte ise henüz tam tanışılmamış dünyanın neden böyle olduğunun sorusu...Kadın en sonunda pes etti, ikisinin de yüzü kıpkırmızıydı giderken... Aaah dedim içimden, sevgi bu mu?

Bir süre boş kaldı manzara, ama sonra okul çıkışı saatinde bir çift geldi. Kız çok ürkek, kesik kesik nefes alıyordu, erkek ise her şeyi çok bilir havalarında. Cebinden çıkarttığı sigarayı kıza uzattı. Kız sigarayı ağzına koyduktan sonra, erkek öğrendiği centilmenlik harekatıyla sigarayı yaktı. Kız iki nefes çekti ve çocuğa geri verdi. İkisi aynı sigarayı paylaştılar, bir hayat gibi... Çocuk konuştu, kız kıkırdadı; kız kıkırdadı, çocuk güldü. Giderken ikisinin de nefesi sigara kokuyordu. İkisi de yaşadıklarını gerçek sevgi sanıyordu.

Burası yoğun bir yer, denizin kenarında balıkçılar her gün gelip buraya konuşlanıyorlar. Bazıları arkadaşlarıyla geliyor, bazıları burada arkadaş buluyor, ertesi gün için sözleşerek ayrılıyor akşamları, bazıları hiç konuşmuyor, sadece sigara içiyor, ama hepsi de sanki sadece burada nefes alabiliyormuş gibi davranıyor.

Ah bir de sevgili sendromundakiler var, ağlarken denizi seyredip hayallerini yıkıyorlar tekrar tekrar, bazen kağıttan kuleymiş gibi bir iç çekişte, bazen denizin tuzunda yaralarını yakmak ister gibi...İçlerindeki acı verdikleri nefeste yankılanıyor, her nefes sanki son solukları gibi çıkıyor, yarının yeni bir gün olacağını bilip hissetmeden kalkıp gidiveriyorlar. Bazen böyle görünmeyen cenaze törenleri oluyor işte burada, ne gömen farkında, ne de gömülen...

Her gün nelere tanık oluyorum, bazen mutluluk, bazen acı, keder, unutkanlık, yalnızlık, buluşma.. Her türden bahaneler var, burada oturmak için.

Ben her gün nasıl oluyor da bu kadar çok şeye tanık oluyorum diye merak ettiniz sanırım.

Ben bu parktaki denize en yakın olan bankım, sizi de beklerim bir gün. :-)

24 Aralık 2010 Cuma

Bir izin günü...

Sevgili Günlük,

Suna'yı ne kadar sevdiğimi bilirsin, 17 yıllık bir arkadaşlık, dostluk, kankalık, zor zamanları paylaşmış olmak ve zor zamanlarda yanyana olmak, destek olmak, bunlar Suna adının altında benim hissettiklerim.
Uzun süre Suna ile sıkışık zamanlarda buluşunca uzuuuun bir zamanı paylaşmak farz olmuştu, biz de Suna'nın izin günü olan Noel gününde işi kırmaya ve felekten bir gün çalmaya karar verdik.
Planda Suna'nın servisle, benim arabayla işe gelip buluşmamız vardı, ama ben buluşma yerine vardığımda Suna'nın servisi kaçırdığını ve metrobüsle geldiğini öğrendim. Şirket yakında olunca, ben de işe gitmeye karar verdim. İzin günüme biraz çalışarak başladım. :-)
Suna geldiğinde ilk iş Yeşilköy'e gittik. Arabayı Polat otelin yakınlarına park edip sahile indik... Ohhh, en sonunda genişlik duygusu... Son zamanlarda yaşadığım, İstanbul'un üstüme gelmesi, sıkışık trafikte yol almaya çalışmak, çoğalan binalar bir anda ortadan silindi, geniş bir deniz manzarası ve düz bir alan, geniş, yeşil...
Yürümeye başladık, Yeşilköy sahili de parsellenmiş, ama hayvanlar tarafından. Örneğin bir yerde köpekler var, sadece köpekler, biraz gidince sadece kedilerin olduğu bölüme geliniyor ve bir sürü kedi yanyana oturmuş, dinlenenler, kendini temizleyenler, güneş altında mayışanlar...
Bir süre sonra toplu martı bölgesi geliyor ve ardından kurumuş çimenlerin arasında dalgalı hareket eden serçeler...
Uzunca bir süre yürüdükten sonra, Kırmızı Koltuk isimli çay bahçesinde oturup kahvaltı ettik. Oranın sahipleri olan mafya köpekler gelene geçene havlıyorlardı. Bir ara yanımızdan ayı kafalı, homeless bir köpek geçti. Köpeğe homeless ünvanını biz verdik, çünkü üzerine mavi, kötü kesilmiş kumaştan ve alttan tuttturulmuş bir köpek giysisi giydirilmişti. Maalesef fotoğraf makinemiz olmadığı için maalesef görsel kayıtlara alamadık.
Sahildeki dönüş yürüyüşünde, tuvalet arayışımız sırasında genç bir çocuk tarafından beslenen ördeklere rastladık. Genç çocuk kışın müşteri az olunca onlarla ilgilendiğini ve çok mutlu olduğunu söyledi.
Bu kadar çok hayvan gördükten sonra, Suna'ya görmediğimiz ne kaldı dedim ve cevap 'kurt' olarak geldi.
Konuşmaya dalmış yürürken yan taraftan değişik bir ses geldiğinde dönüp bakmamla yerlere yatmam bir oldu. Üç tane zebraya benzeyen keçi parkın ortasındaki direğe bağlanmıştı. Keçilerin üstlerinde zebraların yelelerine benzeyen bir tüy görüntüsü olduğu için onlara zebramsı keçi demeye karar verdik.
Yerlerden toplandıktan, ama keçilerin oraya nasıl geldikleri, ne yaptıkları, kime ait olduklarını çözemeden yola devam ettik.
İkinci durağımız İhtiyarhane'de Fofo'yu ziyaret etmek oldu. Babaannemin kızkardeşi yaşamla ölüm arasında, yatağında yatıyor. Onu görmek çok güzel, ama bir yandan her seferinde bana çaresizliği yaşatıyor. Diğer kimsesiz yaşlıların Noel'ini kutlayıp, İhtiyarhane'deki kocaman yılbaşı ağaçlarını, Noel süslerini, duvar resimlerini inceledikten sonra, oradan çıktık ve Bebek'e doğru sahil yoluna girdik.
Karaköy civarında ben okul anılarımı tazelerken, yan tarafımızdan üstümüze doğru bir motorsiklette, sürücünün ön tarafına oturmuş, güneş gözlüğü takmış bir köpek geçtiğinde, artık sözün bittiği yerdi, ama ben konuşmaya karar verdim:
'Bugünü asla unutmayacağım!'
Suna'dan cevap:
'Tabii ki unutmayacaksın, hale bak!'
En sonunda Bebek'e geldik, arabayı İşpark'a bıraktık, yani kaldırımın sahibine.
Bebek İskelesi'nden Kanlıca'ya geçme planımızı saatler tutmadığı için gerçekleştiremedik.
Bebek Kahvesi her zaman hoş bir yer olmuştur, ama artık eski hali pek kalmamış, içerisi bir tuhaf, eskinin kıraathane (kitap okunan kahvehane) kültürünün örneklerindenken, şu anda bu hava tümüyle sönmüş, öne doğru büyümüş bir yer olmuş. Bu haline çok üzüldüm, ama sigara yasağı olunca sahiplerine yapacak başka bir şey de kalmamıştır herhalde. Bir de tabii artık kahvaltıdan tutun da fettucine, soğuk ve sıcak sandviçlere kadar her şey bulunuyormuş yemek için, yani kısaca Kahve olayı artık sadece isimde kalmış.
Yine de sadece denize bakmak ve sakinliği yaşamak, Suna'nın sürekli yinelediği gibi saate bakmadan ve bir yerlere yetişmek zorunda olmadan orada oturabilmek muhteşem bir hafiflikti.
Veee yine yürüdük, bu sefer Rumelihisarı'na doğru... Eskiler, yeniler, anılar, yadedilen kişiler sohbetimize konu başlıkları oldu.
Bu arada ben waffle yemeyi kafaya koydum. İçi Nutella'lı, ananaslı, çilekli ve karamel soslu bir waffle... Bütün yürüyüşte giden iki gramı yüz katıyla yerine koydu. Bu arada sadece iki waffle için 18 tl ödemek, waffle ne kadar güzel olursa olsun, biraz koydu. Neyse, ne yapalım, bu da böyle olsun diye yutkunmakla yetindik, ama sanırım ikimiz de o sırada soğuk su içmek yerine, soğuk duş almayı yeğlerdik. Belki biraz içimizin enayilik durumu soğuyabilirdi.
Artık ayrılma zamanı... Suna'yı metroya bıraktım ve evin sokağına arabayı parkettim. Bu güzel gün için önce Suna'ya, sonra da bizi oradan oraya taşıyan, konfor sunan arabama teşekkür ettim.
Gün henüz bitmedi.
Arabayı parkettikten sonra, kuaföre gittim ve saçımı kestirdim. Offf, yine beğenmedim. Şimdi işyerindekilerin çenesini dinle, yine olmamış, şu kuaföre git, hayır, benimkine götüreceğim ben seni nidalarıyla yükselen imagemaker mesleğine sahip olma isteklerini benim üzerimde denemek isteyen arkadaşlarımın yorumları....
Kuaföre gitme ve geri dönüş yolunu da yürüyerek katettim. Kısaca bugün en az 13 km yol yürümüş oldum.
Şu anda her tarafım ağrıyor, yarın sabah nasıl kalkacağım acaba?
Ama o kadar güzeldi ki, hava güzel, gök maviydi, işe giden enayiydi ve biz enayiliğe bir gün ara verdik. İyot kokusuna, sohbete, yürüyüşe doyduk, çok da iyi yaptık.
Aferin bize:-)

22 Aralık 2010 Çarşamba

yeni bir yıl daha...

Herkesin hayatında ritüeller vardır, bazıları günlük hayattadır, yüz yıkamak, diş fırçalamak gibi...Bazıları ise kültürel ya da geleneksel hayatımızda yer alır, Hıdrellez, yılbaşı gibi...
Yine bir yılbaşı geliyor, yeni bir yıl geliyor. Her yıl, insanlar için bir dolu umut yüküyle geliyor. Herkes yeni yıla bir giysi giydiriyor: Bu yıl çok güzel olacak, bu yıl bana bol para getirecek, bu yıl bana sevgili getirecek...
Yeni yıl ne kadar taşıyor bu giysiyi?
Sadece biz o giysiyle ne kadar ilgilenirsek o kadar güzel oluyor. Kısaca niyetimizle ne kadar ilgilenir, yeni yıla girerken ektiğimiz tohumları ne kadar sularsak o kadar güzel ve uzun süreli oluyor.
Ama neden olmuyor? O biçtiğimiz kaftan nasıl da hemencecik düşüveriyor yeni yılın sırtından...
Her yıl yeni kararlar vermek, yeni hedefler belirlemek ve sonra olmaması...
Bu da ritüelin bir parçası mı? Bir parçası olmak zorunda mı?
Yeni yıla büyük büyük elbiseler kesip dikmek aslında hayallerimizle ilgili, ama küçüklüğümüzden beri hayallerimizin peşinden koşmamız engellendiyse, artık bizim de engellememiz kadar doğal ne olabilir ki, çünkü biz buna alıştık. Bir yere kadar gidip, sonra orada durmamız öğretildi bize, dolayısıyla hedefleri koymak serbest, ama hedefe yürümek sınırlı sorumluluk içeriyor.
Sadece küçük bir klik sesi...
Bir dönüşüm sesi, bir değişim sesi, dönen çarklıda küçük bir çentik ve 'hoooop' çark başka bir yöne doğru gitsin sesi...
Bu yıl için belki de ilk hedef bu klik sesi olmalı.
Ve eğer bu klik sesi çıkarsa, hedeflerimize doğru yürürken küçük adımlar yerine daha büyük adımlar atabiliriz...
Ben yeni yıl için nasıl bir elbise biçeceğime henüz tam olarak karar vermedim, ama şunu biliyorum ki, ne olursa olsun, adım adım gideceğim hedefime. Her gün o elbiseyi biraz daha kendime göre biçeceğim ve en yeni yıla girerken tam üstüme olacak.

19 Aralık 2010 Pazar

Bugün de böyle olsun...

Yazı yazmak istiyorum, ama şu anda ne yazacağımı bilmiyorum. Yolda yürürken, metroda, metrobüste, minibüste, laptopun açık olmadığı her an kafamın içinde bir şeyler uçuşuyor, yazıyorum da yazıyorum. Sonra laptopun kapağını açıyorum ve bir ‘puf’ sesiyle her şey uçup gitmiş oluyor. Gidiyor bile değil, gitmiş oluyor, yani kafamın içi bomboş kalıveriyorum ortalıkta.
O yüzden ne yapalım, kendimi isteğime teslim ediyorum ve ne çıkarsa bahtıma diyorum, sonuçta yapmak istediğimi yapıyorum ve yazıyorum.
Bugün üniversiteden arkadaşlarımla buluştum. Giderken karanlık bir kış gününün bulutları içimde dolaşıyordu, bir yandan ağlama isteği, bir yandan ‘ben neden böyleyim?’ soruları kafamın içinde dolanırken arabayı park ettim. Bir anda geri dönmek ve yalnız kalmak isteğiyle doldum, ama daha sonra bir arkadaşa yolda olduğumu söylediğimi fark ettim. Ertesi gün neden gelmediğime ve sohbette neler kaçırdığıma dair maillerle uğraşmayı yemedi gözüm, dolayısıyla bu iç kavgayla evi buldum ve kapıdan girdim.
Kapıdan girerken sanki bulutlar dağılmaya başladı ve hava aydınlandı. Arkadaşımın konuksever gülümseyişiyle dünya değişti ve içeride ilk kez tanıştığımız altı aylık kızları ile yeni bir dünya ile karşılaştım, yeni hayatlarına tanık olma zamanı gelmişti.
Dakikalar sonra eve diğer arkadaşlar da doluşunca, hoş bir duygu yakaladım içimde, yılların getirdiği paylaşımlar, geçmişle bugün arasında bir köprü, güven, sadece paylaşmak, fikir üretmek, tartışmak ve sadece kendin gibi olmak, hiç masken olmadan, kendini ortaya serebileceğin ve yargılanmayacağını bildiğin bir yer…
Ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum sık sık, arkadaşlarım aklıma gelince ve bunları yaşayacak kadar anım ve arkadaşım olduğunu düşününce. İş yerinde sürekli arkadaş gruplarımdan söz edince, aslında herkesin benim gibi olduğunu düşünürken, acı gerçeklerin böyle olmadığını fark ettim. Geçen yıla kadar bir haftasonu ilkokul arkadaşlarımla, ertesi hafta kurs arkadaşlarımla, daha sonraki hafta üniversiteden ve üstüne gelen haftasonunda da liseden arkadaşlarımla toplantılarımı , buluşmalarımı anlatırken, insanların hayatlarında bu kadar çok arkadaşları olmadığını gördüm. Hatta bazıları sadece iş arkadaşlarıyla haftasonlarını da geçiriyor. Bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi, söylemek bana düşmez, ama ben yine de bu kadar çok arkadaşım olduğu için çok şanslıyım. Ne zaman kafamda bir soru işareti olsa, bir şey danışmak istesem ve sadece sohbet olsa amacım, her şey için bir arkadaşım var.
Bunun yanı sıra çok kocaman bir yalnızlık duygum da var. Toplumların içinde, grupların içinde kendimi bir anda çooook güzel yalnız hissedebilirim ve o gruba sanki uzaydan bakıyormuş gibi uzaktan ve dışından bakabilirim. Bunu yapmak bir yerde hoşuma da gidiyor. O anın fotoğrafını çekiyorum, konuşmaları dinlerken ve konuşan arkadaşlarımı izlerken, sanki bir film izler gibi tadını çıkarıyorum. Bir anda içimi çok kalabalık bir İtalyan ailesinin sofra başında akşam yemeğini yedikleri bir sahneyi seyrederken olduğu gibi, komik, güzel, mutluluk verici bir duygu karışımı kaplıyor, hafif baharatlı, hafif tatlı.
İşte bugün yine o tadı hissettim. Arkadaşlarıma yürekten sevgi ve teşekkürlerle…

14 Aralık 2010 Salı

Geçmişe yolculuk...

Büyümüşüm ben, yaş almışım, belki biraz da yaşlanmışım. Ne çiçek çocuklardanım ne de teknoloji dahilerinden, aralarda bir yerlerde kalmışım.

Kendi çocukluğuma bakıyorum ve bir de kendi çocuğumun çocukluğuna… Dağlar kadar fark var ve o benim bazı şakalarımı anlamıyor, ben de onunkileri, kuşak farkı dedikleri buysa, ben bu farkın en diplerindeyim şimdi.

Benim çocukluğumda soba vardı, şimdi ise kombi.
Benim çocukluğumda ekmek kızartılırdı sobanın üstünde, şimdi ise ekmek kızartma makineleri var.
Benim çocukluğumda çamaşırlar kışın sobaların üstündeki askılara asılıp kurutulurdu, şimdi ise kurutucular var.
Benim çocukluğumda çevirmeli ev telefonları vardı, çağrı merkezleri yoktu tabii ki, şimdi ise her iş için cep telefonları var.
Benim çocukluğumda televizyon siyah-beyazdı, bunu dediğimde kızımın gözleri şöyle bir büyüdü, nasıl yani der gibi baktı, şimdi ise televizyonların içinde bir hayat vaadediliyor.
Benim çocukluğumda sobanın üstünde kestane de pişirilirdi, şimdiki çocuklar kestaneyi sadece sokaktan alıp yiyebiliyor.
Benim çocukluğumda elektrik kesintileri olurdu, gaz lambası yakılır, gölge oyunları oynanırdı, şimdi benim çocuğum Hacıvat ile Karagöz’ü sadece reklamlarda görüyor, ama ne olduğunu anlamıyor bile, belki de sadece reklam için üretildiklerini düşünüyor.
Benim çocukluğumda en çok izlenen dizi Dallas, en kötü adam Ceyar’dı, herkes tanırdı, şimdi benim çocuğum en çok izlenen en az beş dizi sayabilir durumda.
Benim çocukluğumda çok güzel şarkılar vardı, şimdi ise onların coverları ve hayrettir ki, arabada giderken kızımla aynı şarkıyı söyleyebiliyor ve kızımı şok edebiliyorum. J

Bu kadar çok elektrikle çalışan alete karşın yine de elektrik kesintisi eskisi kadar değil. Zaten olsa hayat duruyor, eskiden durmazdı, şimdi elektrik kesilince herkeste bir ‘sudan çıkmış balık sendromu’ yaşanıyor. Aman allahım, televizyon olmazsa, laptop çalışmazsa ne olur bizim halimiz?

İşte çocuklara bu durumlardan çıkma yolları da öğretilmeli. İşte hayatı zorlaştıran şeylerden biri daha, iki gün elektrik gelmezse, evde televizyona bakmadan yemek yemeyen çocuk aç mı kalacak? Facebook’a giremeyen ergen depresyona  mı girecek? Çamaşırlar yıkanamazsa, kurutulamazsa, ütülenemezse dünyanın sonu mu gelecek, başka alternatif bir giysi bulunamayacak mı?

Bir de tabii elektrik yetmiyor diye Türkiye’ye dikilecek nükleer santraller konusu var. Benim çocukluğumda yağmur yağar, toprak kokusu duyulurdu, artık o koku yok dışarıda. Benim çocuğum artık beton kokusu duyuyor, bir de bunun üzerine nükleer atıklarla tanışmak zorunda kalacak.

Değdi mi peki bu kadar teknolojiye, bu kadar hıza ve her tarafımızı elektrikli aletlerle doldurmaya?

Kızılderili reisin dediği gibi, biz dünyayı çocuklarımızdan emanet aldık, bu ihanetle daha ne kadar yaşarız?


13 Aralık 2010 Pazartesi

Bir muayene öyküsü...

Eskiden beri bir şeyler yapmam gerektiğinde büyük strese girme potansiyeline sahibim. Bu büyük oranda gidilecek yeri bilmediğimde, bilip de başıma neler geleceğini bilmediğimde olan bir şey.
Yıllar önce eski kocayla yılbaşı için Viyana'ya gideceğiz, o beş gün kalacak, ben ise 11 gün. Ben heyecandan iki gece uyuyamadım, ya vize vermezlerse... Eski koca o sırada fosur fosur.... Neyse, gittik, başvurduk, sonunda bana giriş-çıkış tarihleri yanlış vize, eski kocaya da fazladan günleri olan vize verdiler... Sonra ben tekrar gitmek ve tekrar başvurmak, her şeyi sıfırdan yapmak zorunda kaldım. Bu kadar stresin sonunda ne olabilirdi ki zaten?
İşte aynı psikolojiyi günlerdir arabamı muayene ettirme konusunda yaşadım. Kasım'ın sonunda biten muayene, daha bitmeden sırtıma bir küfenin içinde yerleşiverdi. Sanırsınız, dünyanın başka bir sorunu yok, ben muayene yaptırınca ormanlar çoğalacak birdenbire, öyle bir duygu bu...
Günlerce kime, nasıl yaptırırım diye düşündüm ve ne öğrendim, kurallar değişmiş, herkes kendi arabasını götürecek, yok götüremiyorsa birine vekalet verecek. Eh, vekalet demek, noter demek, bunun için işten izin almak, notere gitmek, tabii bunun için önce birini bulmak demek... Oooooof, uzun iş, ben giderim, tamam....
Nasıl yapılacak peki?
Direkt şirketimizin muhteşem şoförü Faruk'a gittim ve ağlamaya başladım.
-Faruk, nasıl yapacağım, nasıl gideceğim?
-E-5'ten gideceksin, Doğuş Oto'yu görünce hemen gir sağdan. Ağabeyim  yarım saatte bitirdi işini, randevu alacaksın.
Hah, tamam, randevu süper fikir, fazla beklemem de...
Önce internetten girdim, siteyi buldum, okudum, okudum. Allahım, hangi sayfadan, hangi sayfanın hangi köşesinden randevu alınıyor. Sayfaları açtım, kapadım, geri gittim, başka linklere tıkladım veeeeee sonunda çağrı merkezi telefonunu aramayı akıl ettim.
Evet, telefon açınca her şey daha kolay oldu, randevuyu aldım, bu arada hangi istasyondan randevu alacağımı unuttum, neyse, telefondaki çocuk anlayışlı çıktı, o teker teker istasyonları sayarken, hatırladım: Esenyurt
Ben randevuyu aldım, ertesi gün haberler, hava durumu, gazeteler bas bas bağırmaya başladı: İstanbul'a kar geliyor, İstanbul karlar altında kalacak, dikkat, dikkat...
Allahım, kar, sevgili kar, lütfen biraz bekle, hemen gelme, komşuda dinlen biraz, daha önümüzde koskoca bir kış var, gelirsin, hele dur,ben şu muayeneyi bir yaptırayım.
Bir yandan da düşünüyorum tabii, randevuyu iptal etsem, ooooof, bir daha ne zaman giderim, ya bu arada ceza yersem, ama karda nasıl gideceğim oralara?
Bir yandan da meleklerden torpil istedim, lütfen kar yağmasın, lütfen her şey yolunda gitsin, sevgili melekler bu durumu size havale ediyorum.
Bir yandan teslimiyet duygusu içinde olmaya çalışmak, bir yandan olamamak, yıllardır bunun üzerinde çalışıp, hala korku duymak, gidip gidip başa dönmek, yürüyüp koşup, sadece bir arpa boyu yol almış olmak...
Aman ne hoş!
İşte böyle, sen kendini eğit, eğit, eğit, sonra günlük hayatta donk diye duvara toslayıveriyorsun.
Haftasonu çok soğuk olmakla birlikte, tutmayacak kadar kar yağdı, yani hem kar mutlu oldu hem de ben. :-)
Cuma günü stresten Faruk'tan  adresin yazılı, çizili, anlatımlı halini almayı unuttuğumu ancak  pazar akşamı farkedebildim. Neyse ki internet var ve Tüvtürk sitesinde istasyonların krokileri de var. Baktım, baktım, baktım ve hiçbir şey anlamadım. Bunun için de yol perilerini devreye soktum.
Sabah kendimi dışarı attım ve benzin alıp devam ettim.
Avcılar'a kadar her şey iyiydi, sonra kendi kendime konuşmaya başladım, nerede bu, hah şurada bir sorayım...
Bir benzin istasyonunda çok güzel bir tarif aldım. Horoz nakliyatı geçince hemen sapacaktım, ooooh, bu çok kolay, biliyorum ben orayı...
Konu yol olunca, durum benim o yola ilk kez tek başıma gitmem olunca benim yolları karıştırmam ve kaybolmam ilk şıktır.
Tabii ki Horoz Nakliyat'ı kaçırmışım ve fazla ileri gitmişim.
Bir benzin istasyonu ziyareti daha yapıp, yolu sordum, ama kimse bilmiyordu, o sırada yan taraftan bir erkek kılığına girmiş yol perisi geldi ve bana yolu sağdan gir, ikinci sağdan gir, sola dönünce ilk sağdan sonraki sol kolda derken elini, kolunu sallayarak ve bir eliyle diğer koluna vurarak görsel olarak da anlatmaya başladı.  Adamı dinlerken bir yandan ağlamaklı bir suratla sağları ve solları sayıp aklımda tutmaya çalışıyordum.
İstasyonu ancak giriş kapısını geçtikten sonra farkedebildim ve geri geri gitmek zorunda kaldım.
İçeri girdiğimde, bana giriş kaydını yaptırmam gerektiği söylendi.
Bir kalabalık, bir kalabalık, aman Allahım, bu ne? Ama ben randevu almıştım.
Tam bu sırada oturan adamlardan biri, randevu yalan, bekleyeceksin demez mi? Ama ben işten izin kağıdı almadım, hemen işimi bitiririm sandım.
İşyerinden bir arkadaşı arayıp geç kalacağımı ve nedenlerini anlatmaya çalışırken şarjım bitmez mi? Çok hoş, ne kadar hoş, bayılmak üzereyim.
Sonra öğrendiğime göre, randevu saatine göre kayıt alıyorlarmış, yani çok da büyük bir sorun yok.
Yıllardır özenip özenip bir türlü içimden ortaya çıkartamadığım dişilik enerjisini orada yayamadığım için, bir salon dolusu erkeğin içinde birden bir yenge, bir bacı, bir kızkardeş konumuna gelip, empati yapılası bir mahluk oluverdim.
Ben de hemen oturacak bir yer bulup, kitap okumaya başladım, bu arada aklımda kocaman bir soru işareti, ben vergi dairesinden borçlu olmadığıma dair bir kağıt almadım, ama duvarda buna benzer bir şey yazıyor. Of, ya muayene olamaz, bu kağıt eksik derlerse... Tam o sırada yanımda oturan ağabeyim konumundaki adama, en şirin kızkardeş edasıyla soruyorum ve ohhhh, kağıda gerek yokmuş.
O sırada ding dong ve kırmızı dijital sayı tabelasında benim numaram belirdi. Frigidaire markasının kadın modeli olan danışman bayan evraklarımı istedi, ağzının içinden dışarıyı çıkan sesi duyamadığım için beni fırçaladı, ben o sırada elimdeki bütün kağıtları heyecandan etrafa saçtım, kendime gülerek sakinleşmeye çalıştım ve son fırçamla artık oradaki işimin bittiğini öğrendim.
Dışarıya çıkınca görevli ağabeyime giderek, şimdi ne yapacağım ben dedim. Beklemeliymişim ve adım anons edilince arabamı getirmeliymişim.
Amanın, anons dediği şey, eski otobüs dinlenme tesislerindeki kakafoninin rahatlamış hali... Bunu ben nasıl anlarım yahu diye karalar bağlamışken, muhteşem ismim yankılandı.
Arabam sıraya girdikten sonra, yaklaşık 15 dakikada işi bitti. Giriş kaydı için aldığım numara kağıdında saat 8.23 ve çıktığımda ise 9.16 idi.
Evet, kabus gibi geçen günlerden sonra, bugün her gördüğüm kişiye Nobel ödülünü kazanmışım duygusuyla, ben arabamı bugün muayene ettirdim, hiç korkulacak bir şey yok, derken buldum.
Bundan sonraki muayene tarihim: 13 Aralık 2012, yani 12 Aralık 2012'de dünya batmazsa ertesi gün bu deneyimimden tekrar yararlanacağım.

12 Aralık 2010 Pazar

Sen kimsin?

Kimsin sen?
Kim olduğunu sanıyorsun?

diye sorsam size, birden sinirlenir, sen benim kim olduğumu biliyor musun, diye bir soruyla karşılık verirsiniz büyük olasılıkla.

Halbuki  ben ciddi olarak soruyorum. Kimsiniz gerçekte?

Biz sadece rollerimizi yaşıyoruz. Anne, baba, çocuk, iş kadını, arkadaş... İçimizde ne olduğunun ne kadar farkındayız? Duygularımızın ne kadar farkındayız?

Anne, baba olarak fedakar olmalıyız, çünkü toplum fedakarlığı sever. Çocuğumuzu bir an sevmeyebiliriz, ama bunu ne kadar ifade edebiliriz, ne kadar itiraf edebiliriz? İçimizden buna dair bir ses çıksa bile hemen bastırırız, çünkü bu kötüdür.

Çocuk olarak annemize babamıza karşı gelemeyiz, çünkü hemen hayırsız olarak adlandırılırız. Bu da toplum tarafından kötü karşılanan bir şeydir, bu demek ki, bunu da içimizden atmamız ve anne babamız ne derse ona uymak zorundayız.

İşkadını, işte çalışan olarak tümüyle kurallara uymak zorundayız, duygular mı, yok canım, bırakın kenara, küllüm mantık, küllüm zihin... Günün büyük bir bölümünü de işte geçirince de, duygular rafa kalkıyor ve üstleri tozlanmaya başlıyor haliyle...

Arkadaş olmak mı? Arkadaşınız aradı, şimdi işim var deseniz, şimdi konuşmak istemiyorum deseniz alınacak. Eh, dinleyeyim bari, yoksa nasıl uğraşırım onun küskün haliyle, alınmasıyla? Ya onun o kurban hali, sürekli aynı şeyleri döndürüp döndürüp anlatması, kendine yandaş araması... Bir anda ağzınızdan, ama yeter artık, kendine gel deseniz...

Şimdi bir bakın bakalım, ne hissediyorsunuz? Aklınıza gelen ilk şeyler düşünceler olacak büyük olasılıkla. haklı, haksız, iyi, kötü... Ama bunlar duygu değil ki...

İçinizde mutluluk mu var, üzüntü mü, korku mu, huzur mu?

İçinize bir bakın bakalım, ne çıkıyor diplerden?

Farkına varınca baş etmek, değiştirmek, düzeltmek daha kolaydır. Çevrenize bir bakın bakalım, arkadaşınıza, çocuğunuza, eşinize, işinize baktığınızda ne hissediyorsunuz?

Veeeee bu sizi doyuruyor mu?

Sahi siz kim'siniz?

Cevabı siz'de, içinizde...

10 Aralık 2010 Cuma

bir mektup...

                                                                                                    Istanbul, 10 Aralık 2021

Sevgili Nesrin,

Yıllar geçti görüşmeyeli, birden  nereden çıktın diyeceksin, biliyorum. En sonunda adresini buldum, bir yazayım dedim.
Ne günlerdi, değil mi?
Stres diz boyu, ama biz amma gülerdik. Her sabah birbirimize rapor verirdik. O kadar uzak otururduk ki, birbirimize bir türlü birbirimizi ziyaret edemedik. Eh, ne de olsa düşünmemiz gereken bir benzin parası durumu vardı. :-)
Seni düşündüğümde hep gülümsüyorum, aklıma şöyle bir sahne geliyor: Koskocaman bir kartonu yırtıp, arasından suratını çıkartıp, dudaklarını büküp, gözlerinle gülüyorsun. Arada çıkardığın sesleri maalesef taklit etmem mümkün değil.
Eh, ben de az komik değildim. Hatırlıyor musun, bir gün elimde bir kumaş parçasıyla gelip, monitörü silerken, sileyim abi demiştim, sen de yerlere yatmıştın. Ama ilk şaşkınlığın gözümün önünden gitmiyor.
Bir de tabii kulaktan kulağa yaptığımız dedikodular var, birbirimizi gaza getirip çalışmaya çalışmamız, arada dini ve enerji dolu sohbetler, bu arada ben hala Allah'ın 99 ismini ezberleyemedim. Sen ne durumdasın acaba?
Ne komik, uzun yıllardır hiç görüşmedik, neden görüşmedik, onu da hangimiz biliyor, bilmiyorum ama, yine de bir araya gelsek, herhalde kaldığımız yerden devam ederiz. Büyük olasılıkla sadece eski günleri yad etmekle yetinmeyiz. Ne dersin?
Kürşat neler yapıyor, öyle güzel anlatıyordun ki, Kürşat'ın yaptığı yemekleri, hazırladığı sofraları, her seferinde çok merak ederdim, ama bir türlü tanışamadık kendisiyle. Benim için hala biraz Gizem Adam sıfatını taşıyor.
Fr. Rösch'ü hatırlıyor musun? Ne komikti, ben ona alte Hexe (yaşlı cadı), o da bana Farbhexe (renk cadısı) derdi, öyle şaka kaldıran insanlarla çalışmak gerçekten harika, yoksa tekstilin stresine bu kadar uzun süre dayanamazdık herhalde.
Hakan neler yapıyor? Amanın,  yoksa adı Yiğit miydi ya da Mehmet mi? İlk tanıştığımızda yoktu o, sonradan nasıl tanıştınız, nasıl yakınlaştınız hiç hatırlamıyorum. Ne ketumdun ama, onu anlatana kadar bayağı uzun bir süre geçmişti. İlk başta çok kıskanmıştım, yani anlıyorsun işte, nasıl kıskandığımı. Sen o kadar uzun süre konuş, konuş, bir sürü espriler yap, sonra kadın gitsin, birini bulsun ve anlatmasın. Nasıl kıskanmam? Ben o kadar yalnızken, olacak şey mi? Neyse, en sonunda ben de birini buldum da, artık o mu beni buldu, ben mi onu, Allah biliyor, ama en sonunda dualarımız kabul olmuştu.
Bir iş yerinde insan para için çalışıyor, ama huzur olmazsa o parayla aldığı yemekler de lokma halinde boğazına takılıyor. Biz çok şanslıydık, güle oynaya çalışır, hayatın içinden rolümüzü oynar, akşamları en doymuş halimizle çıkardık iş yerinden, çünkü gerçekten çalışırdık, ama var ya, harbiden iyiydik, bazen çalışırmış gibi yapalım diye dalga da geçerdik. :-)
Yıllar çabuk geçiyor, saçlarımızdaki aklar arttı, görüşmez olduk, ama bir yerlerde olduğunu bilmek güzel.
Bir gün bir yerlerde karşılaşıp, önce geçmişi yad edip sonra da yönümüzü geleceğe çevirmek dileğiyle...

Seni çok seven
Banu

PS: Aslında bu yazı, Öğretmenler Günü yazımda Nesrin'in adı geçmediği, bu yüzden bana kızdığı ve benim, tamam ya, sana özel yazı yazacağım dediğim için yazıldı. :-)

9 Aralık 2010 Perşembe

Minibüs şoförlerine en derin saygılarımla…

Bir bardağa biraz su doldurursunuz, sonra durur, biraz daha doldurursunuz, gider gelir biraz daha doldurursunuz… böyle aralıklarla doldurunca ve o bardak bir türlü taşmayınca, sanırsınız ki, ne kadar doldurursanız doldurun, o bardak o suyu hep alacak, hep alacak… bir gün gelir, bir bakarsınız, su dışarı sızmaya başlamış, üstünde durmaz, bardakta suyu habire tıkıştırmaya, sıkıştırmaya çalışırsınız ve su artık daha fazla artarak akmaya başlar, en sonunda taşar…

Şimdi yolları o bardak, arabaları da su olarak düşünün. Her taraf araba dolu, her gördüğüm kişi araba almaktan söz ediyor, geçen gün iş arkadaşım kızının araba almak istediğini söyledi, ne de olsa artık 500 tl aylık ödemeyle araba alınıyormuş. Oldu, alsın, nereye sokacak o arabayı? Yollarda o araba için yer kaldı mı? Otoparklarda neredeyse üstüste konacak arabalar. Herkes köşe kapmaca oynuyor. Büyükler oyun oynamaz mı sanıyorsunuz? İşte köşe kapmaca (park etmek), işte play station (Tem’de araba sollamak) , işte arkadaş korkutma (kamyonların korna çalması) , işte yakantop (küçük çaplı trafik kazası) …

İşte ben bu haldeyim artık, bu arabalara doymuş taşmış bir insanım. Bankalara zaten gıcıktım, bir de bu yüzden gıcık olmaya başladım.

Bir de toplu taşımacılık var tabii, trafiğin diğer yüzü… İstanbul bu kadar büyük olunca, gitgide dışarılara taşınca aslında araba sahibi olmak da şart oldu. Bir yerden bir yere gideceksiniz, aktarma yapmaktan akşama ne yönde olduğunuzu şaşırıp, kendinizi başka bir yönde bulmanız da olası. Örneğin ben arabasız işe gelmeye kalkarsam en az 3 taşıtla gelebiliyorum. Aralarda beklemek, gelen taşıtlara binmeye çalışmak zaten büyük bir sportmenlik ve sabır gerektiriyor, ama kimse sonunda madalya takmıyor. Tabii taşıta binebilirseniz, bir de üstüne oturabilirseniz, aldığınız haz ve yaşadığınız mutluluk en zorlu yarıştaki altın madalyayı kazanmaya eşit, hiç abartmıyorum.

Toplu taşımacılığın mihenk taşlarından birisi de minibüsler. Hatta bir rivayete göre Istanbul’daki metro sistemi aslında Menderes döneminde yapılacakmış, Fransızlar projeleri sunmuşlar, ama dönemin hükümeti minibüs şoförlerinin oylarını kaybetmemek için projeden vazgeçmişler. İşte böyle önemli bu minibüs şoförleri… eh kendisine bu kadar önem bahşedilen insanoğlu buldumcuk olmaz mı? Hepsi olmasa da çoğu kendini yolların fatihi, yolların kralı, trafik yöneticisi gibi görüyor sanırım. İstedikleri gibi sollama, sağlama, düz giderken aniden direksiyon kırma, insanları balık gibi istiflemek, şerit değiştirir gibi yapıp yapmamak en büyük özellikleri…. Bir özellikleri daha var ki, beni çıldırtıyor: korna çalmak. Bir vites değiştirme hemen bir kere kornaya basma hakkı veriyor sanki. Adamın eli korna düğmesinin üstünde… içindeki çocuk oradan kendini dışarı atıp oyun mu oynuyor, anlamıyorum ki.

Bir kere iş dönüşü minibüse bindim, önde ayakta durdum. Şoför genç bir adamdı. Hemen kornaya asıldı. Benden bir soru çıktı, ben bile şaşırdım: o kornaya sürekli basmak zorunda mısınız?
Ne dese beğenirsiniz? ‘Hatırlatıyorum’ dedi.
‘Neyi?’ sorusunun karşılığı, bizim eve gideceğimizi hatırlatıyormuş.
Hey allahım yaaaa, ben ne zaman eve gideceğimi unuttum? İşte bunu hatırlayamadım, çünkü HİÇ OLMADI!

Minibüs şoförlerindeki genel kanı, onlar kornaya basınca görülüyorlar, onlar kornaya basınca milletin aklına, haaaaa bir de minibüs var, ben ona da binebilirim düşüncesi geliyor, onlar kornaya basınca bütün arabalar bir kenara çekiliyor ve yollar onlara kalıyor. Kim bu düşünceleri ve homo sapiens zihin yapısını bu kişilere verdi, nereden öğrenebilirim acaba?

Bunu öğrenemesem de, bildiğim tek şey yakında ya trafik canavarı ya da minibüs şoförü katili olacağım… J

Beni yargılarken son isteğimi soracak olurlarsa, bankalar batsın, herkes paralarını yastık altı yapsın, herkes daha fazla nakit kullansın, kimse kredi çekemesin, kimse araba alamasın, otoparklar ağaçlandırılsın derim, bir de bir sevgilim olsun. İstersek olur bence. J


7 Aralık 2010 Salı

Evde olmak...

Ben yengeç burcuyum, şimdi ne ilgisi var derseniz… Yengeç burcu insanı güvende olmak ister, o yüzden de evi kalesi gibidir.

Geceleri karanlıkta dışarıda olmayı sevmiyorum, özellikle uzun kış gecelerinde evde olmak benim için çok sıcak, çok hoş ve güven dolu bir duygu. Bunda annemlerin biz çocukken tavuk gibi erkenden yatmaları, tabii bizi de yatırmaları en büyük etkenlerden biri. İçime öyle bir işlemiş ki bu duygu, hala kendime koyduğum saatte yatmaya gitmezsem sanki diğer odadan biri çıkacak ve bana kızacakmış gibi hissediyorum. Bu iyi bir şey mi, soooon derece tartışmaya açık bir durum ve sanırım kimse de bu durumu benim kendimle tartıştığım kadar tartışmaz.

Her kış evdeki en büyük eksiğin yanan bir şömine olduğunu düşünüyorum. Kombinin rahatlığı yok tabii şöminede, ama kombi de içgüdüsel olarak içimizdeki ateşe bakma eğilimini de doyurmuyor. Yanan bir ateşin çevresindeki insanlar hep ateşe bakarlar ve öyle sohbet ederler ya, sanırım içimde ona karşı bir özlem de var. Bir de ateşe attığınız odunun kor haline gelmesi, içinde çözülmesi, toz olması… tüm bunları izlemek aslında biraz meditasyon yapmaya benziyor. Bir anda odak noktası tümüyle ateş oluyor ve ateşe çok baktığınızda çevresi artık görünür olmaktan çıkıyor. Yıllardır içimdeki şömineli ev hayali için artık eyleme geçsem hiç fena olmayacak sanırım. J

Çok çalışan ve işyeri İstanbul’un bir diğer köşesinde olan bendeniz evi çok özlerim. Evde ayaklarımı uzatıp oturmak, çay içmek ve pencereden dışarı bakmak beni çok rahatlatıyor. Allahtan iyi bir manzaram var, ağaçlara bakıyorum. Bazen işteyken hayal ediyorum, ev dekorasyonu dergilerindeki bir sayfada kendimi yanımdaki country tarzı sehpanın üstündeki kupada üstünden dumanlar çıkan çayım, elimde son derece heyecanlı, ama dinlendiren bir kitap, okuma ışığı altında, üstümde sıcacık kar tanesi desenli bir kazak ve kalın bir eşofmanla ekose desenli berjerde oturmuş görüyorum.

Bazen hiçbir şey yapmamak çok şey yapmak anlamına gelebiliyor. O kadar hızlı yaşıyoruz ki, hep bir yerlere yetişmek ve sürekli organizasyonlar yapıp, onların tamamlanmasını sağlamak, alışveriş yapmak, trafikte boğuşmak… işte evde olmak demek biraz da durmak demek oluyor. Dur, sakinleş, işler yetişir, tamam, biraz otur şimdi, haydi çayın tadını çıkar…

Ah, bir de şu ev işleri olmasa… Geçenlerde gittiğim arkadaşımla sohbet ederken evin dağınıklığından söz ediyordum. ‘Bizde herkes tabaklarını, bardaklarını hemen kaldırır, aldığını yerine koyar’ dedi. O daha cümlesini bitirmeden ben yanımızda oturan kızıma dönmüş, bak gördün mü, işte böyle olmalı bakışları atmaya başlamıştım bile. Bir anne olarak çocuklarımıza yapacağımız en kötü şeylerden biri, kendi odalarını ve yaptıklarını toplayacak yaşa geldiklerinde hala  onların arkasını toplamak, bunun için de yaşlarına uygun sorumluluk verilmesi ve tutarlı olmak çok önemli… Hemen toplanınca ne dağılır ki zaten?

Aslında ‘ben ve evde olmak’ diye başlayan bu yazı , çok farkedilmese de bir farkındalık yazısı oldu benim için. J

26 Kasım 2010 Cuma

akşam eve yürüdüm...

İş çıkışları her taraf çok kalabalık... Otobüse, minibüse binmek bile bir lüks olabiliyor, hele ki, ayakta bile yer bulmuş olmak ve bir toplu taşıma aracına kapak atmış olmak, eve ulaşabilmek... harika..

Bu akşam arkadaşım beni bıraktığında kendimde otobüs ya da minibüs bekleme enerjisini, diğer kişileri geçip, toplu taşıma aracına binmeye çalışma enerjisini bulamadım. Ben de yürüdüm.

Yağmur yağıyordu, uzun bir yokuşu ağaçların yanından yürüyerek aşağıya doğru gittim, gittim, gittim. Yokuşun sonuna doğru yorulduğumu hissettim. Beni yoran yürüyüş değildi, belki biraz ağırlaşan çantamın etkisi vardı, ama asıl yoran...

Asıl yoran yanımdan hızla geçip giden arabaların sesiydi. Dinginliğe yer bırakmayan bir gürültü silsilesi... Beynimin içine dolan kakafoni...

Sonra iç sesim konuşmaya başladı:

-Ah şekerim, reflüm azdı bu aralar.
-Aaaa, sen de reflü mü var?
-Evet, biraz da ödem.
-Bende de panik atak var.
-Ay çok zor şekerim, bizim çocuk da hiperaktif üstünüze afiyet...

Artık insanların arasında hastalıkları da bir statü nedeni, çünkü bu hastalıkların nedeni stres ve stresiniz varsa, siz çok şeyler yapıyorsunuz demektir, ne kadar stres, o kadar iyi... Çünkü artık rahat yaşamaya hakkınız ve aslında isteğiniz de yok, ama soracak olursak, yok canım, kim rahat yaşamak istemez ki?

Deniz kenarına ulaştığımda yağmur yağıyordu ve denizin üzerine düşen yağmur damlalarının ortaya çıkardığı sudaki izleri benden başka gören kimsenin olmadığını farkettim.

Yıllar önce bir tatilde eski koca, İskoç bir arkadaş ve sevgilisiyle Olimpos'a gittik. Dakika bir, gol bir, eğleneceğiz. Biz dışarıda otururken, eski koca gidip arabanın radyosunu açtı, müzik dinleyeceğiz diye. İskoç arkadaş bize aksi aksi baktı ve sadece, kapat onu dedi. Biz şaşırmıştık, insan müzik dinlemez mi? Biz buraya doğayı dinlemeye geldik, müziği evinde dinle, dedi.

Geçen gün Göksu deresi kenarında bir yere kahvaltıya gittim. Dere kenarı, tıkır mıkır işleyen motorlarıyla dingin suyu yararak ilerleyen küçük teknelerin sakinliği, kuşların uçuşu, kedilerin oynaşması... Bu arada orada çalan ve arada cızırtılar çıkartan radyo kanalının sesi her şeyin içine etti. Hesabı ödemeye gittiğimde, keşke radyoyu hiç çalmasanız, hatta böyle cızırtı yapan bir kanalı dedim. Garson baktı ve haklısınız dedi. Dedi, ama radyoyu kapattı mı? Hayır!

Doğadan koparılmış yaşıyoruz, ama farkında bile değiliz.

Sonra da reflü diyoruz, panik atak diyoruz, stres diyoruz...

Yağmurda ortaya çıkmış olan salyangozları görmüyoruz, yağmurdan korkmadan altında yürümüyoruz, kuş seslerini duymuyoruz. Ufacık ayrıntılarda koskoca bir dünyayı kaçırıyoruz ve sonuçta kendimizi hasta ediyoruz.

Bol yürüyüş...

Bu akşam televizyondaki filmde yaşlı adam sanki bir mesaj verdi: İnsan yürüyünce zihni de dinleniyor.

25 Kasım 2010 Perşembe

Kendinden ve kendiliğinden ekonomik yaşamak...

Orhan Veli bir şiirinde, hava bedava, su bedava diye yazmıştı. Artık nüfusun gün geçtikçe katlanarak büyüdüğü ülkemizde havanın da, suyun da bedava olmadığı günleri yaşamaya başladık. Annem çocukken yıkanırken susadığında, musluğa ağzını dayayıp su içtiğini anlatır, ama ne biz ne de çocuklarımız bunu yapmıyoruz artık. Aksine içilebilir suyu artık para ile, şişelenmiş olarak almaya başladık.
Evimizin her yanında elektrikle çalışan aletler var, bu da elektrik tüketimini arttırıyor, sonuçlar bize nükleer santraller olarak dönmeye başladı. Her ne kadar çevresini, köyünü, toprağını, doğayı seven köylüler rap de yapsa, şehrin göbeğinde doğadan bihaber yaşayan kentli kliması için daha fazla elektrik  istiyor.
Ne su ne de hava artık bedava...Demek ki bunları da artık ekonomik kullanmalıyız.
Çocuklarımıza küçük yaştan suyu boşa akıtmamanın, elektriği boşa yakmamanın önemini anlatabilirsek, çocuklarımızdan ödünç aldığımız bu dünya için bir şeyler yapmış olabiliriz.
En kısa mesafelere yürüyerek gitmek, bir kat için merdiveni kullanmak... Gün içinde hiç farketmediğimiz, ama yaparsak ülke ekonomisine katkı sağlayacak ufacık adımlar ve bir kez daha hatırlayalım,  en uzun yollar bile ufacık bir adımla başlayarak aşılıyor. Ülkemizin refahta olması demek, bizim de refahta olmamız demek...
Amerika'da yapılan bir araştırmada kredi kartı ile yapılan market alışverişlerinde daha fazla abur cubur satın alındığı ortaya çıkmış. Artık kredi kartını hayatından çıkartma kararı almış olan ben de bunu deneyimledim. Elimde nakit para olduğunda, otomatikman ne kadarına yeter, ihtiyacım nedir diye düşünmeye başladım. Yani kısaca ekonomik yaşamak için kredi kartını hayatımızdan çıkartmamız yeterli. Bu kadar basit. Haaa, eğer çıkartamam kesinlikle diyorsanız, ya büyük bir borç batağının içindesiniz ve geleceğinizden para çekiyorsunuz ve o parayı asla göremeyeceksiniz ya da kredi kartına bağımlı oldunuz, acilen tedavi görmeniz gerekli.
Başka, başka, başka ne olabilir?
Belki arkadaşlarla kitap değiştokuşu, belki çocuklarınızın küçülmüş giysilerini sevdiğiniz bir arkadaşınıza vermeniz, belki de ufacık deliği olan bir çorabı onarıp kullanmaya devam etmeniz. Babaannemin yüksüğü vardı, bütün çoraplar onarılır, gömlek yakaları ters yüz edilirdi. İşte o zamanlar bolluk dönemleriydi, çünkü hiçbir şey boşa gitmez, çöpe atılmazdı. Belki 40 çeşit ekmek yoktu, ama bayat ekmekten yapılacak 40 çeşit yemek türü vardı. İnsanlar ellerindekinden dünyaları yaratma yeteneğine sahipti. Şimdi ise çevremizdeki dünyalara bakarken, kendi dünyamızda bir hapishanede yaşıyoruz.
İhtiyaç mı, istek mi?
Eğer bu sorunun yanıtını dürüstçe verebiliyorsanız, ekonomik yaşamak diye bir kalıbın içine girmezsiniz, çünkü zaten otomatikman ekonomik yaşıyorsunuzdur.
Düşünsenize, sadece ihtiyaçların karşılandığı bir yerde ne kadar çöp çıkabilir ki? Mc Donalds'ın tüm paketleme çöplerinin olmadığı bir dünya, poşetlerin olmadığı bir dünya...Ekmeklerin atılmadığı, yemeklerin dökülmediği bir dünya, evdeki giysileri toplamak için ikinci dolabın alınmadığı bir dünya...
Kendinden ve kendiliğinden ekonomik yaşamlar... Sadece bakış açınızda ufak bir ayar yeterli bence...

23 Kasım 2010 Salı

Öğretmenler gününüz kutlu olsun ve öğretmenim olduğunuz için teşekkürler...

Hmmm, bu yazıyı ben okumasam da olur, ben öğretmen değilim ki, artık okul da bitti, öğretmenler gününü kutlayacak bir öğretmen bile tanımıyorum artık diyorsanız...
Gülerim, çünkü yanılıyorsunuz...
Hepimiz bir yaşam yolundayız, kendi çapımızda bir hayat yolunda yürüyoruz.
Her gün iş yeri adını verdiğimiz sınıfa giriyoruz sabahtan. İşimiz içinde bulunduğumuz sınıfı gösteren bir dersler sınıfı... Hangi okulu bitirdiysek ona göre bir işe giriyoruz genelde ya da tam karakterimize göre ve sınıfımızı belirtiyoruz, mavi yakalı mıyız, beyaz yakalı mı, hangi statüdeyiz?
İşyerindeki arkadaşlarla ders çalışıyoruz. Hangimiz işini daha disiplinli yapıyor, kim işten kaçıyor, birlikte nasıl sohbet ediyoruz, egolarımızı nasıl törpülüyoruz?
Size iş yerinde fırça atan müdürünüzün hayatınızda en önemli öğretmenlerden biri olduğunun farkında değil misiniz? Sizi hayatınızda otorite figürüyle karşılaştıran, otoriteyi sembolize eden, babanızla yaşadıklarınızı size farkettiren bir öğretmen, neden onun öğretmenler gününü kutlayıp şok olmasına yol açmıyorsunuz? Yüzündeki korkunç şoku ve 'sanırım bu eleman delirdi' diyen bakışlarını görmek ne kadar eğlendirici olur.
İşyerinde arada teneffüse çıkıyorsunuz, en uzun teneffüs yemek paydosu, yakınlardaki lokantaya yemeğe gittiğinizde, yanlış yemeği getiren ve bunu da olabilecek en uzun sürede becerebilen garsona karşı sabır ve hoşgörü dersini görüyorsunuz, eh zaman zaman iş stresiniz dolayısıyla ve belki de egonuzun şişkinliğinden, belki de sen benim kim olduğumu biliyor musun demek istediğiniz için kırık not alıyorsunuz.
30 yaşına gelmiş olanlar ve biraz aşmış olanlar çoğunlukla evleniyor ve en zor dersi almaya hak kazanıyorlar, aynı evde farklı anne babadan dünyaya gelmiş bir insanla birlikte yaşama sanatı.
Güç savaşı, hoşgörü, denge, sevgi, saygı, ego, özveri, fedakarlık, kaynana ile geçinme sanatı dallarında her an ders alıyorsunuz, öğretmeniniz ise eşiniz...
Neden ona size öğrettikleri için teşekkür etmiyorsunuz? O bunu hak etmiyor mu?
Bir de tabii ki boşanma dersi var. Nasıl boşandınız? Neden boşandınız? Boşanırken aklınızdan ne geçiyordu?
Bu konuda hayatsal değeri olan bir kompozisyon yazdığınızda hangi noktalar öne çıkıyor? İşte hayat dersi, işte Hayat Öğretmen... Neden hayata size verdikleri için teşekkür etmiyorsunuz?
Evet, bu kadın iyice kafayı yemiş olmalı, boşandım ve hayata teşekkür etmeliyim, öyle mi? İç sesiniz bunu diyorsa, lütfen okumaya devam edin.
Boşanmak da bir derstir, ne öğrendiğinize odaklanın, kaybettiklerinize karşılık kazancınıza odaklanın. Şimdi kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Bu muhasebe dersi size büyük farkındalık kazandıracaktır. Kendinize teşekkür edin ve kendinizi kutlayın.
Her şey bir tarafa, en önemli dersi hangi öğretmenden alırız, biliyor musunuz?
Çocuklarımızdan...
Sabır, koşulsuz sevgi, değer, organizasyon, planlama, yetiştirme...
Bu alt konularla bütünleşen bir konudur bu çocuk yetiştirme durumu ve biz genelde çocuklarımıza dünyayı öğrettiğimizi düşünürüz, aslında onlardan sabırlı olmayı öğreniyoruzdur, karşımızdaki ne yaparsa yapsın, nasıl davranırsa davransın koşulsuz sevgiyi deneyimliyoruzdur, günümüzü çocuk için organize ederken saatlerimizi değerlendirmeyi, planlamayı, verimli olmayı öğreniriz... Çocuklarınızın söylediklerine ve davranışlarına dikkat edin, onlar sizin aynanız, siz onlara nasıl davranıyorsanız, onlar da size öyle davranıyor. Siz onlara nasıl hitap ediyorsanız, onlar da oyuncaklarına öyle hitap ediyor, arkadaşlarıyla oynadıkları evcilik, sizin evliliğinizin bir minyatürü... Farkında olduğunuz takdirde size sizi öğretecek en büyük öğretmenleriniz çocuklar...
Çocuğunuza kocaman bir teşekkürler...
Şimdi huzurlarınızda öğretmenlerime teşekkür etmek istiyorum:
Sevgili babam, sorumluluğu, disiplini öğrettiği için,
Sevgili annem, koşulsuz sevgiyi öğrettiği için,
Sevgili kardeşlerim, her zaman yanımda oldukları, bana herkesin aynı olması gerekmediğini gösterdikleri için,
Sevgili eski kocam, öncelikle kendime değer vermem gerektiğini öğrettiği için,
Sevgili kızım, sınırlar çizmenin küçücük bir hayır demek ile başladığını öğrettiği için,
Sevgili Sema Erduman, reiki öğrettiği için,
Sevgili Sema Maybek, zor zamanlarda bile kalpten cömert olmayı öğrettiği ve bana ayna tuttuğu için,
Sevgili Serpil Doğançay, kendiyle uğraşmanın ne kadar zor olduğunu, ama başarılabilir bir şey olduğunu gösterdiği için,
Sevgili Hatice Kılıç, öğrendiklerini paylaşmanın ne kadar büyük mutluluk verdiğini gösterdiği için,
Sevgili Halise Baydar, bağırarak konuşmanın ne anlama geldiğini gösterdiği için,
Sevgili Zerrin Zık, egoyu yumuşatmanın yolunu öğrettiği için,
Sevgili Funda Hasçelik, para ile ilgili dersler için,
Sevgili Sibel Kavunoğlu, paylaşmanın değerini öğrettiği için,
Sevgili lise arkadaşlarım, yıllar sonra buluşmanın, bir şeyler paylaşmanın ve destek olmanın güzelliğini gösterdikleri için,
Sevgili Esra Gökçe, her şey para değildir, arkadaşlık önde gelir dediği ve evrenden bir hediye olarak verdiği dersler için,
Sevgili babaannem, din konusunda nasıl özgür olunacağını öğrettiği için,
Sevgili anneannem, kocakarı ilaçları ve daha önce farkedemediğim, enerji işleriyle beni tanıştırdığı için,
Sevgili Demet Türksoy, en zor durumlarda bile aslında insanın hayata tutunmasını ve güvenmesini sağlayan bir şeylerin olduğunu gösterdiği için,
Sevgili Ayşen Üstünay, evimde nasıl daha az dağınık, nasıl daha düzenli olurum dersi için teşekkürler...
Ve şu anda buraya sığdıramadığım tüm sevgili hayat öğretmenlerim, hepinizin öğretmenler günü kutlu olsun ve öğretmenim olduğunuz için teşekkür ederim.
Bu yazıları yazabilmem için ilk emeği veren rahmetli Kayıhan öğretmene, aile dostumuz da olan Emine öğretmene, aklımdan geçenleri hemen yazmamı sağlayan Hr. Hofmüller'e, savaş yıllarında esir düşmüş olan ve sınıfta hepimize kırbaçsız çalışmanın önemini işleyen Hr. Ammicht'e, Almanca'yı iyi öğrenmemi sağlayan Fr. Ammicht'e, değerli Atatürkçü öğretmen rahmetli Türkel Minibaş'a,kafasına koyduğunu yapabilmenin nasıl bir şey olduğunu gösteren rahmetli Türkan Saylan'a,  edebiyat dersini bana sevdiren rahmetli Mahmedet hocaya derin saygı ve sevgilerimle...
Veeeeeee özgür yaşamayı, mantığımızı kullanmayı öğreten, bir ilke uğruna nelerin göze alınabileceğini gösteren , yaptıklarını her düşündüğümde hafsalamın almadığı en büyük öğretmen Atatürk'e en derin saygı ve sevgimle...
Hepinizin öğretmenler günü kutlu olsun...
Ben kimlere öğretmenlik yaptım acaba? Acaba bir kutlamayı hak ettim mi? :-)

20 Kasım 2010 Cumartesi

Yeni çağın hastalığı...

Haftanın beş günü, sekiz saatim açık bir ofiste çalışmakla geçiyor. Herkes telefonda konuşuyor, herkes birbirine sesleniyor, herkes bir şekilde sinirleniyor, bağırıyor, gülüyor, çemkiriyor, fırça atıyor, kızıyor...
Bu kadar dağınık bir ortamda insanın dağılması da çok kolay oluyor. Kolayca konsantrasyonunuz bozuluyor, kolayca bir sonraki dakika için planınızı unutabiliyor, kolayca biraz önce ne düşündüğünüzü unutuyor, kolayca elinizde telefon çalarken nereyi aradığınızı karıştırabiliyor, kolayca masanın üstüne koyduğunuz cep telefonunuzu mouse niyetine kullanabiliyorsunuz.
Tam bir maile konsantre olmuşken, şefim büronun diğer yanından bağırıp, Wibke'nin 45125 ile ilgili mailine cevap verdin mi diye sorabilir ve anında benden cevap bekler. Ben kafamda 45125 çekmecesini açar, içinden maili çıkartır, okur, değerlendirir, ne istediğini hatırlar ve cevap verip vermediğimi, ardından da verdiysem ne cevap verdiğimi hatırlar ve tek cümlede özetlerim. Sanırım bu durumu atalarımız leb demeden leblebiyi anlama meziyeti olarak tanımlamışlar. Leb'i anlayamayıp, leblebiyi duyduktan sonra, bizim şirkette artık algısı yavaşlamışlar bölümünde yer alırsınız. Hızlı yaşamak, hızlı çalışmak, hızlı bitirmek zorundayız.
Faks yazdığımız dönemlerde işleri nasıl bitiriyorduk acaba? Faksları elimizle yazardık, bir kaç faksı bir arada yazardık, sonra onları toplar, faks makinesinin yanına götürürdük. Fakslarımız çekilirken, gelen faksları alır, yerimize gider, onları okur, üstlerinde çalışırdık. O zaman işler biterdi, ama şimdi bitmiyor. Bir solukta en az üç işi bitiremezsek olmuyor.
Bu kadar hızlı çalışıp, bu kadar çok işi bir arada bitirmeye çalışmanın yan etkileri evde kendini göstermeye başladı bir süre önce.
Yaptığım alışverişin poşetlerini boşaltırken, birdenbire bir gün kendimi şu şekilde buldum:
Tuvalet kağıdını mutfağa götürürken elimdeki diş fırçalarını girişteki masanın üstüne dizmişim, mutfakta birden ayılarak tuvalet kağıdını banyoya götürürken, konsolun üstündeki tozu almak için, elimdeki her şeyi bırakıp gidip toz bezini alıyorum. Çamaşır makinesinin yanındaki dolaptaki toz bezine tam ulaşacağım, o sırada gözüm kızımın odasındaki kirlilere takılıyor, kirlileri toplayıp kirli sepetine götürürken canım kahve çekiyor ve mutfağa gidiyorum.
Son zamanlarda buna benzer sahneleri fazlasıyla yaşamaya başladım. Bir işi bitirmek için gitmem ve dönmem gereken odadan ya bir türlü çıkamıyorum ya da oradaki işin bir ucundan tutup ancak çıkabiliyorum.
Bunun tek nedeni yeni çağın hastalığı: Zihin dağınıklığı...
Bir konuşma sırasında artık çocukların konsantrasyon süresinin 12 saniye olduğunu öğrendim. 12 dakika değil, 12 saniye... Bir dakika bile değil...
Sadece ve sadece uyaranların bu kadar çok olmasının başka ne tür bir sonucu olabilirdi ki?
Başımızı her çevirdiğimizde bir reklam, dönen, giden, duran bir takım yazılar, şekiller, semboller, kişiler...
Tam giden otobüsün üstündeki reklamı okurken, yanından bir taksi geçiyor, oooooow, ne kadar ilginç... hmmm, güzel reklam diye düşünürken pat, bir panoda ışıklar yanıp sönmeye başlıyor, aaa saat ne kadar ilerlemiş, aaaa demek dışarıda hava şu kadar derece derken, oooffff, şu kolyeden bende de olsa ne güzel olur..
Of, yeter, bir durun diye bağırmak istedim bir gün bunu farkettikten sonra. İstedim ki, bütün dünya bir anlığına dursun ve herkes masallardaki gibi donsun kalsın. Sadece kalsın, kal gelsin artık!
Bazen işte çok sinirlendiğimde beynim kafamın içinde büyüdü, derim. Evet, gerçekten de öyle hissederim, çünkü artık beynimin her hücresi dolmuştur, suyu çeken bir sünger gibi çevredeki tüm uyaranları çekmiştir ve ben bunu taşıyamaz duruma gelmişimdir.
Bu tempoya alışmış insanlar için durmak artık olanaksız hale geliyor, sadece durmak unutulmuş ve bir türlü hatırlanamayan bir anı gibi bir durum oluyor.
Ama ben artık durmak istiyorum, ben artık yavaş yaşamak istiyorum. Ben artık ihtiyaçlarım ve isteklerim arasındaki farkı anlamak, bilmek ve bunu hayatıma geçirmek istiyorum. İstiyorum ki, artık hayatımı uyaranlar değil, ben yöneteyim. Ben artık hayatımın efendisi olayım, uyaranların kölesi değil.
Ben artık kendim olmak istiyorum, uyaranların yarattığı ben değil.
Ben artık ruhumun sesini duymak istiyorum, iç sesimi duymak istiyorum, uyaranların sesini değil.
Çok şey mi istiyorum?

18 Kasım 2010 Perşembe

Aman Allahım, ben evde mi kalacağım?

Ben çalışmayı seviyorum. Yıllardır çalışıyorum. Evde kalmak zorunda kaldığım hastalık günlerimde ya da evde geçirmeyi seçtiğim izin günlerimde en sevdiğim şeylerden biri televizyonda film seyretmek... Bazen de film biter ve arkasından başka kanala zaplarken bir kanalda kalıveririm.
Dün de öyle oldu, kendime biraz reiki vereyim diye çektiğim işkencenin haddi hesabı yok.
Çünkü televizyona bakarken birden bir evlilik programı başladı... bayramın ikinci günü... canlı yayın...
Canlı yayın demek, o sırada o insanların orada olması demek...Bazı programlar için mantıklı ve olması gereken bir durumdur, özellikle konukların söylediklerinin montajlanmaması gerekiyorsa...
Ama bayramda, insanların yakınlarını ziyaret edecekleri bir günde canlı yayın yapmanın ne anlamı var?
Haydi, insanlar canlı yayın yapmak istedi, oraya gidenler neden bir bayram gününde oraya gitmeyi seçerler?
Bir müzik, bir canlılık, bir göbek atma, bir ıslık, bir çığlık, nasıl eğleniyorlar! Andy Warhol'un toz olmuş kemikleri gülüyor, herkes 15 dakikalığına ünlü olmayı başarıyor artık. Dünün yıldızı, üstünde kırmızı bir t-shirt, onun üstünde mavi,  kocaman bir düğmeyle tutturulmuş mor bir bolero giymiş, kendinden geçmiş gibi göbek atan bir kadındı, varsın adı olmasın, o ünlü oldu.
Evlenme isteğiyle, seçilmiş koltuklara oturanların yaş profilleri ve durumları ayrı bir korkunçluk arzediyordu. 22 yaşında bir bayan, 25 yaşında bir erkek, 27 yaşında bir erkek, 33 yaşında bir bayan ve biraz daha yukarısı...
25 yaşında bir erkek ne yaşamıştır ki, ne kadar un elemiştir ki, hemen eleğini asmak ister? Ya da 22 yaşındaki kadının evlenmekten başka bir amacı mı kalmamıştır bu hayatta?
Ben dumur içinde, elim böğrümde kalakaldım.
Hele de Konya'dan katılan ve acı çeken, iki evlilik geçirmiş, üçüncü evliliği için koca aramaya gelmiş kadın çenemin karnıma kadar inmesini sağladı. Kadın acı çekiyordu, çünkü ilk defa bir bayramı oğlundan ayrı geçiriyordu... Neden? Oğlunun hiç tanımadığı, hatta kendinin de hiç tanımadığı bir adamı bulmak, 70 milyonun gözü önünde buluşmak için...
Herkes bayramı 'bütün İslam aleminin kurban bayramı kutlu olsun' şeklinde büyük bir vakurla kutladı. Neyse, haksızlık etmişim, aslında onlar sadece yakınlarının değil, bütün İslam aleminin (düşünün büyüklüğü) bayramını kutlamak için televizyona çıkmışlar.
Evlenmemek dünyanın sonu mudur? Kendini tanımayan, hayatını başkalarının sırtına, omzuna dayanarak sürdürmeye çalışan insanların evliliği ne kadar sağlıklı olabilir? Madem evli olmak istiyorsunuz, o zaman niye boşanıyorsun iki kocadan da? Bu evlilikler neden sürmüyor, benim buradaki rolüm, hatam neydi diye niye sorgulamıyorsun? Neden çocuğun için bir şeyler yapmak yerine sadece evlilik, evlilik diye tutturuyorsun?
Bir arkadaşımla şokumu paylaştığımda, bir süre sonra alışıyorsun ve gülmek için izliyorsun dedi.
Allahım, gülmek istemiyorum. Ben alışmak istemiyorum.
O kadınlar ki, Kurtuluş Savaşı'nda evlerini bırakıp cepheye silah taşıdılar, o kadınlar ki çocuk doğuruyorlar, o kadınlar ki çocuk yetiştiriyorlar... Bu kadınlar ne yapıyorlar? Nasıl çocuk yetiştiriyorlar?
Çocuk yetiştirmek sadece bir çocuk yetiştirmek değildir. Çocuk büyütmek geleceğini yaratmaktır. O çocuğun hayatını yaratmaktır, ileride birlikteliklerinin tohumunu atmaktır, geleceğin geleceğini yaratmaktır, torunlarını sevmektir.
Bir ülkenin geleceği aslında kadınların elindedir.
Ama neler oluyor şimdi?
Sistem yürüsün diye evlilik pompalanıyor, evli olmayan ikinci sınıf vatandaş sayılacak korkusuyla, televizyon ekranında bekarlık ya da dulluk hastalığına ilaç aranıyor.
İşte aslında sadece evlilik değil olay, biz sadece görüneni görmeyi seviyoruz, çünkü düşünmek yoruyor. Bu programların arkasında insanların düşünmesini engellemek, insanların enerjisini düşürerek yönetmek, geleceği yok etmek var.
Bilmem, yanlış mı düşünüyorum?
Bir de eklemem gereken şey, programın başında çalan ve eşliğinde göbek atılan şarkılardan birinin sözleri şöyleydi:
Asmalarda üzüm, yosmalarda gözüm.... yapacağım çapkınlık...
Yani kısaca evlenirim, ama yola devam...

Transformalnefes hayatınıza ne getirir?

Bebeklerin doğduklarında nasıl nefes aldıklarına bakın, kedilerin ve köpeklerin nefeslerine dikkat edin.
Bebekler doğduklarında nasıl doğru nefes alınır, çok iyi biliyorlar, hayvanlar da öyle. Zaman içinde bebekler büyüyor, değişik deneyimlerden geçiyorlar, hatalar  yapıyorlar.  Çevreleri  tarafından, anne babaları tarafından, arkadaşları, kardeşleri, öğretmenleri tarafından değişik şekillerde eğitime tabii tutuluyorlar.Anne kızgın olduğunda bağırıyor, çocuk nefesini tutuyor. Öğretmen ödevini  tam yapmayan çocuğu arkadaşlarının yanında deşifre ediyor, çocuk nefesini tutuyor. Babanın otoritesi çocuğun üstünde baskı kuruyor, çocuk nefesini tutuyor. Arkadaşları dalga geçecek bir şey buluyor, çocuk nefesini tutuyor.
Tutulan her nefes hayatımızda bir blokaj yaratıyor. Hayatımızdaki her blokaj yapmak istediklerimizin, potansiyellerimizin, başarılarımızın önünde bir bariyer oluşturuyor. Kısaca tuttuğumuz her nefesle bir kısırdöngü yaratıyoruz. Farkında olmadığımız, farkındalığına gelmediğimiz takdirde, kullanamadığımız potansiyellerimiz üzerimizde bir yük oluşturmaya başlıyor, çünkü hepimiz bu dünyaya hayat amaçlarını bulmaya ve onları yaşamaya gelmiş ruhlarız. Hayat amacını bulamamış insanlar ellerinde dümeni, yelkenlerini rüzgara doğru iyi yönlendirememiş gemilerinde bir oraya bir buraya yalpalayıp duruyorlar.
Nefesimizi düzgün ve doğru aldığımızda oksijenden daha fazla yararlanıyor, toksinleri bedenimizden daha kolay atıyoruz;  yapılan araştırmalarda bedenimizdeki toksinlerin %70’inin nefes alıp verirken atıldığı kanıtlanmış.  Toksinleri atılmış bir zihinde kötü tohumlu düşüncelerin kök salması da pek mümkün olmuyor. Bu durumda sadece nefesle bedenimizi daha canlı, düşüncelerimizi daha temiz tutabildiğimizin ne kadar kolay olduğunu görebiliriz, ancak farkında olmadığımız takdirde nefesimizin nasıl olduğunu hiç fark etmeden yıllar geçirebiliriz.
Hepimiz nefes alıyoruz, nefes almayı kestikten sonraki  üçüncü dakikada ölmeye başlayacağımızı biliyoruz. İşte bu yüzden de hiç fark etmeden her an yaptığımız bu otomatik ve içgüdüsel davranışın ne kadar değerli olduğunun farkında değiliz, sadece nefes almanın yeterli olduğunu düşünüyor, ama nasıl olması gerektiği ya da nasıl nefes alıyorsak öyle yaşamanın ne anlama geldiğini hiç bilmiyoruz.
Nefes alırken göğsünüz mü kalkıyor yoksa karnınız mı şişiyor? Nefesinizi tutuyor musunuz, nefesiniz kesiliyor mu? O zaman öncelikle fiziksel olarak nefesinizi düzeltmeniz gerekiyor.
Hayatınızda sürekli tekrarlanan hatalar, blokajlar, olaylar, sonuçlar var mı?  Bir işi tam bitirecekken birdenbire bir şey oluyor da, işiniz sonuçlanmıyor mu? Bir türlü yeni alınması gereken kararlarda kendinize güveninizi kaybediyor, sorumluluğu başkalarına mı bırakıyorsunuz? Hayatınızdaki her şeyi ve herkesi kontrol etmeniz gerektiğini, kontrol etmezseniz dünyanın sonunun geleceğini mi düşünüyorsunuz? Ve bunlara benzer şeyler yaşıyorsanız, nefesin sizi duygusal seviyede yükseltmesine ihtiyaç duyuyorsunuzdur büyük olasılıkla.
İç sesinizi duyuyor musunuz? Sezgileriniz, içgörülerinizle aranız nasıl? Bedeninizde bir ruhunuz olduğunuzun farkında mısınız ve ruhunuzla iletişime geçmek nasıl bir deneyim, bilmek ister misiniz? Nefes sizi ruhunuzla iletişime geçirmek için en güzel yollardan biri.
Çoğumuz hayatta bazı şeylere ulaşmanın, zengin olmanın, sevgiyi bulmanın çok zor olduğunu düşünüyoruz, ‘değişemem’, ‘can çıkar, huy çıkmaz’, ‘insan yedisinde neyse, yetmişinde de odur’ mottoları altında şu anda nasılsak, o şekilde yaşamaya mahkum ediyoruz kendimizi.
Sadece nefesimizi düzenleyerek, zaten bir oyun olan, ama çok ciddiye aldığımız hayatımızı nasıl keyifle yaşayabileceğimizi çok kolayca görebiliriz.

17 Kasım 2010 Çarşamba

bugün detoks günü...

Bugün karaciğer detoksu yapmaya niyet ettim. İngiliz tuzu çözeltisini içmem gerekiyor. İki gündür  bu yüzden kıvranıyorum. Tadı o kadar kötü ki... Bir de üstüne ishal olma durumu var, ama dökülen taşları görmek muhteşem bir duygu.
Karaciğerde öfke depolanıyor. Onca, yüzlerce, milyonlarca karaciğer ameliyatlarını düşünürsek, insanların ne kadar öfkeli, öfkelerinin ne boyutlarda olduğunu da görebiliriz.
Ben de yıllarca öfkemi içimde tuttum, arada düdüklü tencere gibi dışarıya fısladım, ama ifadesi bastırılmış bir şekilde öfkesini tam ifade edemeyen, istediği gibi ifade etmediğinde daha da öfkelenen biri olarak hiçbir yerinde çatlağı olmayan bir kısırdöngünün içinde yıllarca döndüm durdum.
Bir reklamda 'kontrolsüz güç, güç değildir' cümlesi beni kendime getirdi. Eğer öfkemi kanalize edemiyorsam ve onun esiri oluyorsam, gücümü kullanmıyorum demektir ve bir yerde aslında öfkenin esiriyim demektir.
Esaret beni irite şeylerden oldu her zaman. O yüzden Kurtuluş Savaşı'nın her konuşulduğu anda gözlerim yaşarır, her Cumhuriyet Bayramı kutlamasında ağlarım. İşte bu yüzden kendi kurtuluş savaşımı başlattım.
İlk başlarda sadece ifademi kullanmak gerektiği için çok zorlandım. Ama şimdi cümlelerimi daha sakin ve net kuruyor, kendimi ifade ettikçe hafifliyorum.
Bir arkadaşım 'tesadüf'le beni aradı ve karaciğer detoksunu duyunca, işte benim de yapmak istediğim şey bu, diyerek bana gelmeyi önerdi. Ben de bu şekilde İngiliz tuzunu içerken bana psikolojik destek verecek birini bulmuş oldum. Şimdi tek sorun tuvaleti kısa sürede terk etmek.
Niyet alınca her şey o kadar da güzel düzenleniyor ki, biz istedik bir göz, Allah verdi iki göz gibi bir durum.
Teşekkürler sevgili evren...

16 Kasım 2010 Salı

ben seni sevmişim ya...

Şimdi ben seni sevmişim ya, iyi bok yemişim. Seni bir halt sanmışım, seni yüksek yerlere koymuşum, haltetmişim. İçi boş çuvalı bir yerlere dayamışım, en çok da kendime dayamışım, o düşmeye durmuş, ama durdurmamışım. Hala inatla bir şeyler sanmaya devam etmişim ya, iyi bok yemişim.
Bir hayali sevmenin binbir yolu vardır, geleceğinin hayali, bir şeye sahip olduğunun hayali, bir kişinin hayali, zenginlik hayali...
Ben seni hayal ettim, seni değil aslında, senin karakterini hayal ettim, seni çamurdan yarattım, hamurunu yaptım, yoğurdum. Sen o hamur değildin, sen yoğrulmak istemiyordun, ben yaparım sandım. İyi bok yedim.
Hep varsayımlar üzerine kurdum, varsayımları gerçeklerim sandım, gerçek nedir ki aslında? Koskoca bir illüzyon... İllüzyon içinde gerçeklik ya da kendini kandırmak, ne farkı var ki?
Bir şeyleri fark eder gibi olduğumda aptala yattım, karşılacaklarım canımı acıtacaktı, tüm hayallerimi iskambil kulelerin bir üfürükte yıkılması gibi yıkacaktı, nasıl katlanacaktım onca hayalkırıklığına? Ya  da katlanabilecek miydim?
Yıllarca üst üste yığdım, görmediklerimi, görmek istemediklerimi. O kadar çok yığdım ki, altında iki büklüm kaldım, belim ağrıdığında,azıcık sırtımı yükseltmek istediğimde zaten her şey yıkıldı, kendiliğinden ve kendinden yıkıldı...
Bitti... Bitmez dediğim, ne olursa olsun sürecek dediğim, kendime konduramadığım her şey bitti.
Her bitiş bir başlangıç, her ölüm bir doğum...Küllerinden doğmak nedir, öğrendim ben. Küllerimi kendi çamurum yaptım, yoğurdum kendimi. Her gün bir rötuş, Camille Claudel'in Rodin'e aşkı gibi seviyorum kendimi, deli deli, kimsenin anlayamadığı gibi... Bıraktım artık geçmişi, miş'li değil artık hayatım.
Geçti artık, bir tabutun içine girdi eski ben. Gömdüm onu, üstüne attım anılarımı, anılarımın altında kaldı.
Ben şimdi seni sevmişim ya, iyi bok yemişim.
Zaman geçti, sular aktı, tertemiz oldum yine ben.
Ben seni sevmişim ya, artık kendimi seviyorum. Bok da yemiyorum artık.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Bayram...

Yarın bayram... Bu yıl çalışan insanların sabırsızlıkla beklediği, izin alma zorunluluğu olmadan bir hafta izin yapacakları zaman geldi. Öncesinde işler bitirilmeye çalışıldı, hele de zamanla yarışınca ve yurtdışıyla çalışılınca, stres ikiye, üçe, beşe katlanıyor.
Çocukken bayramlar, öncesinde alışveriş stresi yaşanan zamanlardı, hatta sabahları hemen iyilebilsin diye bayramlıklar yatağın kenarına konurdu. Bayramın en büyük eğlencesi lunaparka gitmek, tarafımdan en korkulanı da mantar tabancalardı. Tabii ki mendil arası toplanan harçlıklar artan bir prestij göstergesiydi. Büyükler içinse, bayramlar  uzun süredir ziyaret edilmemiş aile büyüklerinin ziyaret edilmesi, içilen çaylar, ikramlar, yemekler ve bunların hazırlıkları anlamına geliyordu.
Şimdi ise bayramlar sadece izin kullanılan ve tatile gidilen günler anlamına geliyor. Kadınların çalışmaya başlamasının başka sonuçlarından birisi daha... Kadınlar ne yapsın? Trafikle boğuş, işle boğuş, insanlarla boğuş, çocukların dersleriyle, kocanın gömlekleriyle, alışverişle, temizlik düzeniyle, çocukların organizasyonuyla boğuş... Tabii ki üstüne kimse bir de izin yapılabilen günleri misafir ağırlamakla geçirmek istemiyor. Bir yerde evet haklıyız, güne uyduk, ama bir yerde de geleneklerimizi kaybediyor, çocuklarımıza örnek olamıyoruz.
Ben genelde bayramları evde tek başıma geçirmeyi seviyorum. Evin tadını çıkartmak, yatmak, uyumak, evi temizlemek, düzenlemek ve evin dibine kadar keyfini çıkartmak... Annemi babamı ziyarete gittikten sonra, kendimle kalmayı seçiyorum.
Bu bayram tatilinde de kızımı babasıyla gönderdim. İşin iyi tarafı yalnız kalabilmek ve onun saatlerine göre yaşamak zorunda kalmadan özgürlüğü ve spontanlığı tatmak, kötü tarafı ise evde yalnız olmak ve nefes eksikliği...
Kızım  biraz daha küçüktü ve inatla büyüdüğünde de benimle yaşayacağını, benim sevgilim olacağını, beni hiç yalnız bırakmayacağını tekrarlayıp duruyordu, çünkü en büyük korkusu benim bir sevgilim olması, dolayısıyla onu terk etmemdi. Şimdi arkadaşlarıyla gezecek kadar büyüdü, arkasına bakmadan dışarı çıkabilecek yaşa geldi ve artık benim bir sevgilim olması zamanı geldi, onun dışarıya çıkmasına izin verirsem o da benim bir sevgilim olmasına izin verecekmiş. :-)
Ben yalnızım, kızım babasıyla... tatilde... gitti, sadece bir kez yanağımdan öptükten sonra... ve beni aramadı... aradan bir gün geçti, aramadı... ikinci gün bitiyor, aramadı...
Hmmm, bir ara şarjım bitmiş ve aranmışım, ulaşılamamışım. Sonra bir mesaj gelmiş, anne benim laptopumun şifresi ne, babam yanımda değil, neden açmıyorsun telefonu?...
E be kızım, önce gittiğinden yerden arayacaksın, anne biz geldik, merak etme diyeceksin, anne nasılsın diye hatırımı soracaksın... Sonra şifreni öğrenmeye hak kazanacaksın.
Yarın bayram için aramazsan bittin zaten. Babana şifreyi öğrenebilmesi için bir hacker tutturursun artık.
Ne yapayım, gaddarım biraz ben. :-)

14 Kasım 2010 Pazar

Sahilde tek başına...

Ben akşamları dışarıda olmayı fazla sevmem, ya da sevmezdim diyelim. Akşamları evimin sıcaklığında ve güvenli bir ortamda olmak bana iyi geliyor.
Erol Evgin'in şarkısındaki gibi 'evlerin ışıkları bir bir yanarken, sen gel, bir de bana sor'...
Kasım'ın gereği güneş erken battı ve karanlık erken çöktü. Otobüse atladım ve Ortaköy'e gittim. Hiçbir amacım olmadan bir yerlere gitmek beni mutlu ediyor, hele de bir toplu taşıma aracındaysam kendimi hiç bilmediğim bir şehirde turistmişim gibi hissediyorum.
Ortaköy'de sahilde kısa bir turdan sonra kumpir alıp yürüyüşe başladım. Sakin kaldırımlar, boş parkların yanından geçtim ve elimdeki kumpiri tam bir çöp tenekesinin yanından geçerken bitirdim. Çöpü elimde fazla taşımamak çok iyi geldi doğrusu.
Teknelerin kaldırım kenarını kapladığı ve denizin hiç görünmediği yerlerden sonra olta balıkçılarının konuşlandığı sahil bölgesi başladı. Oltalar ve aksesuarları çok gelişmiş, oltaların ucunda yeşil ışıklı uçlar var, sanırım oradan oltaya balık vurup vurmadığını karanlıkta kolayca görebiliyorsunuz. Oltalar tripod benzeri bir ayağın üstüne konuyor, yanyana dört tane olta koyabilirsiniz bu ayaklara. Oltaların başındaki erkeklerin ilginç bir profili var, hepsi dikkatini oltaya vermiş, sadece balık konuşuyorlar neredeyse. Ellerinde genelde teneke biralar ya da çekirdek pakedi var. Oldukları yerlerin çoğu çekirdek kabuklarıyla kaplı. Hallerinden çok memnun oldukları hissini veriyorlar, o kadar sakin, o kadar dingin oturuyorlar ki oltaların başında, yanlarından geçen kimseyle ilgilenmiyorlar, tüm dikkatleri denizde ve denizden çıkması beklenen balıklarda... Hangi boyda bir balık tutacaklarını biliyorlar mı, bilmiyorum, ne kadar bekleyeceklerini bilip bilmediklerini de bilmiyorum, ancak bir tür meditasyon yaptıklarından eminim.
Sahilde tek başına yürümenin en güzel yanı, hiç görülmeyenleri, dikkati çekmeyenleri görebilmek,farkedebilmek... 41 yıldır İstanbul'da yaşayan ben ilk defa Rumelihisarı'nın bir duvarında bir aslan kafası heykeli farkettim.
Denizin dinginliği, insanların koşuşturmadan yürümeleri, birbirine sarılmış çiftler, balıkçılar ve her şeye dışarıdan bakan ben...
İki dudağını büzüp, hüüüüüüüp sesini çıkartırken nefesini içine çeker gibi bedenimi küçülttüğümü varsaydım, dünyada fiziken varolmadığımı, herkese dışarıdan baktığımı.... Sadece baktım, baktım, baktım...
Kocaman pencereli evlerin önünden geçtim. Işıkları yanan evler, içlerinde değişik hayatları barındıran evler, duvarları her şeye tanık olan evler... Kimler var oralarda, neler var?
Bunların cevabını bulamadan eve geldim, zaten kim bulabilmiş ki?

13 Kasım 2010 Cumartesi

Sanat dediğimiz şey...

Size sanat nedir diye sorduğumda cevabı vermeniz çok kolaydır:

Müzik sanattır; sanat sinemadır, resim, fotoğraf, dans sanattır. Aslında çoğu kişinin aklına gelmeyen ve tüm bunları kapsayan ve herkesin kendi çapında icra ettiği en büyük sanat, yaşama sanatıdır.

Uçan kuşun süzülüşünü farketmek sanattır. Deniz kenarında suya bakmak ve gerçekten sadece suya bakmak sanattır. Sabah güneşin doğuşunu farketmek ve tadını çıkartmak, güneş ışıklarında yıkanmak sanattır. Bunları tuvale yansıtan ressam ne kadar sanatçıysa, siz de bunları yaşarken o kadar sanatçısınız.

Gündelik hayat içinde korna sesleri, ezan sesleri, esnafın sesleri, çocuğuna seslenen annenin sesi... Ara ara rahatsız olduğunuz, ara ara sizi kendinize getiren sesler... Klasik müzik mi, arabesk mi, halk müziği mi, sanat müziği mi, hangisini seçersiniz? Ya içinizden geldiği gibi ıslık çalarsanız...

Bir göz kırpmak kadar yaşamımız var aslında, sadece bir anlık... İşte sadece deklanşöre basmak... O zaman ne farkınız var hayatın içindeki ayrıntıları çeken bir fotoğrafçıdan? Cevap sadece bakmak olabilir mi? :-)

Bu akşam sahilde yürüyüş yaptım, pastırma yazının başladığı Kasım akşamında sahilde balık tutan onlarca insan vardı, oturmuş sakince, oltaya bağlı olan misinanın en ufak hareketine odaklanmış yaşam sanatçıları gördüm. Anın güzelliğinde kalmış, farkında olmadan meditasyon yapanlar, arkadaşıyla sohbet edip hobisini paylaşanlar, kolunu sevgilisinin omzuna atmış, balık tutmayı paylaşanlar... O sırada yaşamı ne kadar zorlaştırdığımızı farkettim. Hep daha fazlası olsun, hep daha iyisi olsun diye uğraşırken yaşama sanatını kaçırıyoruz.

İçinizdeki sanatçıya izin verin, dışarı çıksın, yaşama sanatını icra edenlerden olun.

4 Kasım 2010 Perşembe

sisten görünmeyen karanlık...

Sis denilen şey aslında su damlacıklarının havada asılı kalmasıymış. Geçen gece de çok fazla sis vardı.
Sabah kalkınca kızım, gece öyle çok sis vardı ki, karanlık bile görünmüyordu, dedi.
Hani böyle sözcükler vardır, cümleler vardır, söylenen sözcüklerinde altında katmanlar vardır, hep daha derine ve daha derine gidebilirsiniz.
Benim için bu cümle de böyle bir etki yaptı, sis ve karanlık, gecenin içinde karanlığı görememe...
Eğer hayata bir sis içinde ya da sisin bir tarafından bakıyorsanız, farkındalıkları yaşamanız, bir şeyleri fark etmeniz çok zor olur, çünkü zaten önünüzü bile göremeyecek durumdasınızdır. Eh, o zaman da nasıl kendinizi, hatalarınızı nasıl görür, hayatınızda neleri değiştirmek istediğinizi nasıl görebilirsiniz?
Bunları görmek için karanlığın, içinizdeki karanlıkların farkına varmanız gerekir.
Sislenme aynı zamanda bir şeylerin üstünü örter. Sis içindeyken kendinizden kaçmanız, karanlıktan kaçınmanız çok kolay olur. Hem sisten şikayet eder, nefes alamıyorum dersiniz, ama sisi yarıp geçecek gücün içinizde olduğunu farkedemeyebilirsiniz.
Kafanızın içi sisliyse, net düşünemezsiniz, zihninizi netleştiremezsiniz. Böyle olunca kırk tilkinin dolaşıp da kuyruklarının birbirine değmediği bir park gibi olan beyniniz gereğinden fazla yorulur.



Neyse ki, sisin de bir bitme dönemi, güneşin ışıklarını gönderdiği günler gelir. Işığın olduğu yerde karanlığın olmaması gibi, düşüncelerimizi aydınlatabiliriz, ama önce karanlıkla karşılaşmalıyız, aslında doğru söylemek gerekirse karanlığı görmeliyiz. İçimizdeki karanlıkları farkettikçe, karanlık yokolmaya başlar, çünkü aslında karanlık ışığın olmaması, yok olmasıdır, karanlık farkedildiği ancak ışık var olmaya başlar... İşte aydınlanma denilen ve çoğumuzun gözümüzde büyüttüğü şey budur...
Yarın Hindistan'da Işık Festivali kutlanıyor, siz de bu gece evinizin ışıklarını açık bırakın, bırakın ışık içinizi aydınlatsın, karanlıklarınızla karşılaşın, onları kutsayın ve ışığa yollayın.

"En büyük korkumuz ne kadar küçük olduğumuzu bilmek değildir.En büyük korkumuz ne kadar büyük olduğumuzun farkına varmaktır.Bizi korkutan karanlığımız değil ışığımızdır.Yanıtından korktuğumuz soru şudur;Ben kimim ki bu kadar harika, yetenekli ve güçlü olabileyim?Sen Evren'in, Tanrı'nın çocuğusun.
Küçük oynaman dünyaya hizmet etmez.
Başka insanlar, yanında kendilerini güvende hissetsin diye,
küçük oynamanın hiçbir yüceliği yok.

İçimizdeki Tanrı'nın yüceliğini yansıtmak için dünyaya geldik.Sadece bazılarımız değil; herbirimiz.
 
Kendi ışığımızın parlamasına izin verdiğimizde başkalarının da ışıklarını yaymalarına izin veririz.
Korkularımızdan özgürleştikçe varlığımız diğer insanları da özgürleştirir.
"


Marianne WILLIAMSON

3 Kasım 2010 Çarşamba

bugün bunları yaptım...

Sabah telefonun alarmıyla uyandım, kaloriferi yaktım. Tabii ki, odun ya da kömür taşımak zorunda değilim, sobayı tutuşturmak zorunda değilim. Sadece yuvarlak bir düğmeyi çevirdim. Sonra telefonun saatini 20 dakika sonraya ayarladım ve tekrar yattım, kendimi sıcacık yorganın altına yayıverdim.
Alarmın sesiyle artık kendimi iyice uyandırmam gerekiyordu. Kalkıp alarmı kapattım ve yüzümü yıkadım, kremlerimi süründüm ve yüzüme masaj yaptım, göz kapaklarımı yanlara doğru çekip göz kapaklarım için jimnastik yaptım.
Mutfakta küçük bir tencereye dün akşam pişmiş yayla çorbasından koydum ve altını yaktım.
Kızımın odasına gidip, haydi uyan artık dedim. Neyse ki, çabuk uyanan bir kızım var.
O yavaşça banyoya doğru giderken giyindim.
O giyinirken, çorbayı kaselere koyup masaya getirdim.
Kahvaltı niyetine yenen çorbadan sonra tabaklar kalktı, masa toplandı.
Makyajımı yaptım, parfümümü sıktım ve evden çıktım. Kızım servisi daha geç geldiği için evde kaldı.
Minibüse bindim, ücrete zam geldiğini öğrendim.
Sonra arkadaşım beni arabasıyla aldı ve işe gittik.
İşyerine girdikten sonra, bir anda dünya sadece orası oluveriyor. Bilgisayarın önünde geçen zamanlar, üstlere sorunların cevaplarını vermeye çalışılan zamanlar... Kahve molası, yemek arası, çay saati ve toplantılar...
Arada birbirine kızmalar, şakalaşmalar, sorular, yanıtlar, gidip gelmeler ve geçen zaman...
Ah,işte çıkış saati...
Yine trafik, bu sefer biraz yorgunluk, kafada yeni planlar, ne yemek yapılacak, televizyonda hangi programlar var, neler seyredilecek, yarına hava nasıl olacak?
Evin kapısına varıldığında rahatlıyorum, kabuğuma geri döner gibi, korunaklı kalemin güvenli sınırlarında olmanın rahatlığı...
Kapıdan girdikten sonra sanki her şey bitmiş oluyor, başka bir zaman boyutuna geçiyorum. İş kafamdan tümüyle çıkıyor, artık başka biri oluyorum, hem anne hem ev kadını...
Banyo zamanı, suyun üzerimden akarken götürdüğü negatiflikler öyle güzel hafifletiyor ki... Banyodan çıktığımda kendimi yepyeni hissediyorum.
İnternette biraz zaman geçirme, bir şeyler yazma ve biraz televizyon, kızımla ilgilenme, yemek yapmak, yemek yemek, kızımla yatak sohbeti...
İşte bir gün daha bitti.
Bir günde yapacak daha başka şeyler de var, kitap okumak, spora gitmek, sinemaya ya da tiyatroya gitmek, dansa gitmek, arkadaşlarla buluşmak...
Sadece yapılacak tek şey var: Hayatın tadını çıkartmak, geri kalan sadece araç, neyi seçerseniz seçin...

30 Ekim 2010 Cumartesi

çok yoğunum, çok yoğunum...

Bu aralar herkes çok yoğun. Bir yoğunluk, bir yoğunluk, sanki artık nefes alınacak bir an bile yok, tuvalete gidemezsiniz, yemek yiyemezsiniz. Kimse kimseyi arayamıyor, göremiyor, kimseyle görüşemiyor.
Herkes bir şeyler yapmak istediğini söylüyor, telefonla aradığınızda şöyle bir tepki geliyor, aaaah şekerim öyle yoğunum ki, ben de görüşmek isterim ama... görüşelim tabii, ama ne zaman... ay şekerim, hep aklımdasın, bir türlü arayamadım...
Evet, artık zaman daha hızlı akıp gidiyor, hayat daha hızlı yaşanıyor. Maalesef James Dean gibi 'hızlı yaşa, genç öl' dönemi bitti, artık 'hızlı yaşa, ya parkinson ya alzheimer, seçimini yap' döneminde yaşıyoruz.
24 saat denen ama artık 16 saat olarak yaşanan bir güne her şeyi sığdırmaya çalışıyoruz. Özellikle biz kadınlar kariyer alanında kendimizi göstereceğiz diye üçü bir arada Nescafe gibi bir yaşam sürmeye çalışıyoruz. Kariyer alanında kahve gibi, çocuklarımıza karşı şeker gibi, eşlerimize karşı krema gibi olmaya çalışıyoruz. Sonunda da harap oluyoruz.
Bu kadar çok arzın olduğu bir dünyada, üçü bir arada'nın taleplerini karşılamak için sürekli kendimizi bırakıyoruz, ya krema ya şeker ya da kahve biçiminde yaşamaktan kendimizi unutuyoruz. Sıra kendimize geldiğinde ise durumumuzun tek adı var: Çok yoğunum...
Son zamanlarda buna çok takılır oldum ve ne zaman 'çok yoğunum'desem, yoğunluğun ne anlama geldiğini sorar oldum.
Aslında yoğunluk falan yok, herkes yapabildiğini yapıyor. Birine bakıyorsunuz, çok yoğunum diyor, ama iş saatlerinde olabildiğince çok konuşup mesai saatlerini harcıyor, ama sonra mesaiye kalıyor. Birine bakıyorsunuz, bilgisayarın önünde kahve içiyor, ama sorduğunuzda çok yoğunum diyor, ya da sigara molası biraz fazla...
İşler yoğun olduğunda da bir şekilde yetişiyor. Eskiden böyle bir mail gelirdi: İşler yetişir...
Aslında işler yoğun da olabilir tabii, ama sürekli yoğunum deniyorsa, bunun altında tek bir neden vardır: Ego kendini önemli göstermek istiyordur, önemli hissetmek istiyordur.
Bunun altında 'ben o kadar önemliyim ki, sürekli yoğunum, sürekli bir şeylerle ilgilenmem gerekli, aaah ben o kadar önemliyim ki' yatıyordur.
Ekonomik düzende, ekonominin yürümesi için yapılan satışlar kafamızı çok feci bulandırıyor. Her şeyin bir üst modeli 15 gün içinde çıkıyor, elimizdeki hemen eskiyor, daha biz gözümüzle eskitmeden. Hep daha çok şey almak, daha çok tüketmek zorundayız. Eee, ne oluyor, dikkatimizi, algılarımızı, antenlerimizi, kanallarımızı sahip olmak istediklerimize çevirdiğimizden artık kendimizi görmeyi bıraktık. Kendimizin değerini ancak yoğunluğumuzla ölçer olduk, çünkü diğerleri o zaman bizi çok önemli kişi yerine koyuyor, çünkü kendisinin o kadar da yoğun olmadığının farkında. Siz ne kadar yoğunsanız, karşınızdaki de o kadar yoğun olduğunu söylüyor. Kısasa kısas... Öhöm, öhöm, ben de senin kadar değerli, senin kadar önemli, senin kadar yoğunum...
Yoğun olabilirsiniz, zamanınızı tam planlayamıyorsanız..
Yoğun olabilirsiniz, sürekli mükemmelliğin peşinden koşuyorsanız...
Yoğun olabilirsiniz, her şeyi ben yapacağım diye tutturduysanız...
Yoğun olabilirsiniz, yapmam gerekiyor diye düşündüğünüz şeyleri yapmaya devam ediyorsanız...
Yoğun olabilirsiniz, sadece hayattan kaçmak istiyorsanız...
Yoğun olabilirsiniz, önceliklerinizin farkında değilseniz...
Yoğun olabilirsiniz, acil olanları değil, sırasız her şeyi yapmaya çalışıyorsanız...
Yoğun olabilirsiniz, yaptığınız şeyin kişiliğiniz olduğunu düşünüyorsanız...
Yoğun olabilirsiniz, egonuza yenik düştüyseniz...

Sizin yoğunluğunuz hangisi, farkında mısınız?

26 Ekim 2010 Salı

cep telefonlu hayatlar...

'huuopp, Adana çık aradan!' esprilerini anlayan gençler var mı?

Ben çok şanslı bir kuşaktanım sanırım, belki de benim kızım da ileride aynı şeyleri söyleyecek. Ben doğduğumda evlerde telefon yoktu, televizyon yoktu.

Dört yaşıma geldiğimde evimize televizyon gelmişti. O zamanlar tek kanal, siyah beyaz yayınlar, Tuna Huş'un sunduğu haberler, belirli saatlerde bir kaç program vardı. Neyse, belki de o zamanın televizyon dizileri başka bir yazı konusu olabilir.

Ben şimdi telefona döneyim.

Evlere telefon geldikten sonra aransak da aranmasak da telefon çalabilirdi, tanımadığımız bir insanın sesini duyduğumuzda başka bir şehirden arandığımızı anlardık, nedense o zamanlar aynı şehirdeki insanlar birbirlerini pek aramaz gibiydi sanki, telefonlar Konya'dan, Ankara'dan bağlanırdı. Biriyle konuşurken hatlar karışır, başkalarının konuşmaları dinlenebilir ya da başka bir yeri arayan biri aradan, siz kimsiniz diye çıkıverirdi. İşte o zamanların esprisiydi, çık aradan Adana ya da Konya...

Telefonlar manyetoludan başladı, tuşlulara kadar ilerleme gösterdi. Sokaklarda jetonlu telefonlar vardı, babam ortaokula başladığımda beni özellikle iskeledeki jetonlu telefonun oraya götürerek, telefonu nasıl kullanacağım, jetonu nasıl atacağım konusunda ders vermişti. Şimdi neredeyse ilkdoğanların eline bile telefon veriliyor ya da çocuklar artık telefon ve klavyeyle doğuyor diyebiliriz.

Kızımla aramda 29 yaş var, ama şu anda kızım için jetonlu telefon artık müzelik oldu, manyetolu telefon desem anlamayacak bile zaten. Şu anda kendisi internete girebileceği bir cep telefonu aldırmanın peşinde, kendince benimle pazarlık yapıyor.

Cep telefonları yeni çıktığında cep telefonum olduğunu belirtecek bir davranış yapmaktan kaçınıyordum, hele ki sokakta yürürken telefonla konuşmak, yemekte cep telefonunu masaya koymak benim için büyük görgüsüzlüktü. Şu anda o kadar alıştım ki, sokakta çok rahat telefonla konuşabiliyorum, ama hala toplu taşıma araçlarında bağırarak konuşanlara alışamadım. Bir de toplu taşıma araçlarında kendinden geçercesine sohbet edenler, dedikodu yapanlar, sevgilisiyle kavga edenler beni dumura uğratıyor. Sonuçta bu bir telefon, bir amacı var, bir amaç bu kadar mı saptırılır amacından? Oluyor işte...

Son zamanlarda internetin telefonlara girmesiyle yeni (eskidi bile) bir çeşidimiz ya da çeşnimiz de oldu: Blackberry'ler

Her yerde maillerinize bakabiliyorsunuz, yemekte, arada, sokakta, tuvalette... Yoğun iş temposu nedeniyle dışarıya gittiğinde maillerini okuyamayıp işlerinden geri kalanlara büyük 'kolaylık'. Öyle bir kolaylık ki, artık insanlar ellerinde Blackberry'leri ile uyumak zorunda hissediyorlar kendilerini, çünkü çok iş var, yapmak zorundalar ve yoksa işlerini kaybedebilirler. Hep daha hızlı, daha da hızlı ve en hızlı olmak zorundalar... Tabii patronları da öyle hissettikleri için gece-gündüz, tuvalette, plajda, yürürken, sevişirken çalışanlarını aramaktan hiç gocunmuyorlar, çekinmiyorlar...

Bir de GSM operatörleri adı altında hayatlarımızın vidanjörleri var, bunlar da bize hizmet olarak, şu kadar liraya bu kadar mesaj hakkı, mesaj atın, mesaj çekin, bitiremeyin, beter olun nidaları arasında parmaklarımıza jimnastik yaptırıyor, bellerimizin incelemediği kadar parmaklarımızı inceltmeye yarıyorlar.

Kızıma bir ara cep telefonu vermek zorunda kaldım, hanım kızım nasıl becerdiyse 10.000 mesaj hak almayı becermiş, bir ayda bırakın 10.000 cümleyi konuşarak bitirmek, yazarak nasıl bitirebilirsiniz mesaj olarak? Tabii, hak bol olunca, harcamak da boynumuzun borcu oluyor, mesajların çoğu şu şekilde idi:
hmmm; evet; oki doki; yok; niye sesin çıkmıyor; niye yazmıyorsun; sıkıldım; yazsana; nbr; slm, vs...

Bu kadar çok mesaj yazacağım diye ıkınınca olan Türkçe'ye ve güzel dilimize oldu, birden bazı harfler buharlaştı, görünmez oldu. Ben hiçbir şey anlamaz oldum, onlara göre kısaltma, bana göre başka bir dil bu.

Bir de cep telefonlarına fazlasıyla duygu yükledik, öyle abarttık ki, ilişkilerimize telefon mesajlarıyla başlayıp, hiç konuşmadan mesajla bitirir olduk.

Bir yerde buluşulacağı zaman artık kimse önceden program yapmıyor, yoldayken buluşulacak kişi aranıyor, ben şuradayım deniyor ve bitiyor. Geçen gün tiyatroya gittik arkadaşlarla, tiyatro saati belli, yeri belli, gerisinin ne önemi var? Tiyatronun oynanacağı alışveriş merkezine gittiğimizde kulağımızda telefon, birbirimize sağa dön, arkana bak, oradan kıvrıl, karşına gelecek dükkanın sol köşesindeyim gibi tariflerle birbirimizi bulduk. Sahi eskiden nasıl buluşurduk?

Hala çalar saatini kullanan var mı? Ben artık cep telefonunun alarmıyla uyanıyorum, ama yatak odamda tutmuyorum. Gençlerin çoğu telefonlarını yastık altı etmeye bayılıyor, çünkü artık telefonları bedenlerinin ayrılmaz bir parçası, ancak ameliyatla alınabilir.

Bütün anne babalar internet ve bilgisayarın zararlarından konuşurken, dışarıya çıkan çocuklarına hemen bir cep telefonu alıyorlar. Almadan halletmenin  bir çaresi, çözümü var  mı, bilmiyorum.

Cep telefonlarında en sevdiğim şey, hatırlatmalar, sürekli ve her yerde hatırlamak için bir şeyleri not alabiliyorum. İlginç olan, yazdığım için o sırada kafama işlemiş olduğu için alarm çalmadan ben o işi bitirmiş oluyorum, acaba sadece bir ajandaya yazarak bu hatırlama işini halledebilir miyim?

Şu anda aklıma gelmeyen o kadar çok şey var ki, cep telefonuyla ilgili olarak... ayranı yokken içmeye, I Phone alan, hava atmak için biriyle konuşur gibi yapanlar örneğin... :-)))