Geçen ayki sayfa görüntüleme sayısı

30 Aralık 2010 Perşembe

Satori...

Çocukken en sevdiğim oyunlardan birisi ‘Kızmabirader’ idi. Hem zar atmak heyecan yaratırdı hem de oyun arkadaşlarımı geçme çabası.

Evde oyun oynamak, bir masa etrafında toplanmak da çok zevkli, hele ki soğuk kış günlerinde, sıcak evden dışarıya çıkmak istemeyince. Son zamanlarda favori oyunumuz ‘Satori’ oldu. Bir zamanlar sadece ruhuma yönelmişken, son zamanlarda artık ruhsal olarak ne istediğimi öğrendikten sonra, insanın ruh-zihin-beden olarak bir bütün olduğunu ve hepsi dengedeyken daha doyumlu olunduğunu farkettim. Satori- Radikal Affetme oyunu da bu konuda büyük farkındalıklar getiren  eğlenceli,zevkli  bir macera sunuyor insana.

Dört kişi kendine istediği renkte bir piyon seçtikten ve zar attıktan sonra macera başlıyor. Herkes kendine bir konu ve bir olay kartı çekiyor ve sonra çektiği kartlara istinaden neler yaşamış olabileceğini anlatıyor. Oyun zaten kendi kendini anlatan tanımlarla dolu kutucuklar üzerinden devam ediyor, amaç kurban konumundan çıkıp affetmeye giden yolda ilerlemek, bunu yaparken de farkındalık, teslimiyet kapılarından geçiliyor. Eğer oyun sırasında algılarınızı kendinize doğru açık tutabiliyorsanız, kendinizi yargılamadan olanı biteni açık yüreklilikle kendinize açıklayabiliyorsanız bir çok konu da aydınlığa ulaşıyor.

Büyüdüğümüzü sanıyoruz, çok ciddi şeyler yapıyoruz, içimizdeki çocukları bir yerlere sıkıştırıp kapatıyoruz ve hayatın böyle bir şey olduğunu düşünüyoruz. Ben çok ciddi bir ailede büyüdüm, gülmek yasaktı, eğlenmek, sofrada konuşmak yasaktı, nerede ne yapılması gerekliyse o yapılırdı, sofrada sadece yemek yenirdi, sadece televizyon izlenirdi. Çocuğum büyürken bir yandan çocuğuma ilk üç yıl ben baktığım için, ona neler verebildiğimi, nasıl davrandığımı, nasıl konuştuğumu çok iyi farkettim, farketmek istemediğim zamanlarda bile bunu gözüme sokmayı başardı sağolsun sevgili kızım. İşte o zaman ne kadar ciddi olmaya çalıştığımı ve hayatın zevkli anlarının içine ettiğimi anladım.

Bu oyun da beni bundan kurtarıyor biraz biraz… hem eğleniyorum hem de kendimi keşfediyorum. Daha da ne olsun?

26 Aralık 2010 Pazar

bir günde...

Her gün deniz kenarındayım. Hiçbir yere gidemiyorum, gitmek de istemiyorum zaten. Buranın manzarası çok güzel. Denizin rengi, şekli her gün, her an değişiyor, her an yeni bir macera gibi... Üstünde gemiler yükleriyle salınırken insanlara bakınıyorum. Herkesin ne dertleri var, her gün nelere tanık oluyorum...

Geçen gün yaşlı bir çift geldi. Yılların yorgunluğu bacaklarında birikmiş, ağır adımlarla yürüdüler bana doğru. Sonra oturdular ve bir nefes çektiler, deeeeeeriin ve içten, denize bakarken. Adam kadının elini tuttu, sevgi parmak uçlarından kadının parmak uçlarına değdi ve hücrelerine işledi, aynı anda kadının kalbinin pırpırından çıkan esinti sevgiyi geri yansıttı, hiç konuşmadılar, sadece denize baktılar.

Onlar kalktıktan kısa bir süre sonra, bir kadın geldi, pusette bir bebekle birlikte. Bebeğe sevgi sözcükleri söyledi, aman da canım, aman da cicim...Sonra pusetin altındaki çantadan bir bebek maması çıkardı. Kadın kavanozu açtı, bebek mıkırdanmaya başladı. Kadın mamayı kaşıklarken, mıkırtı kedi miyavlamasına dönüştü. Kadın bebeğin ağzına mamayı sokmaya çalıştıkça, mama geri püskürtüldü. Kadın tekrar denedi ve bebek tekrar, kadın denemeye devam ettikçe siniri kalçalarından yayılmaya başlamıştı. Bebeğin mıkırtısı ağlamaya dönüştü, kadının sevgi sözcükleri ise sinir sözcüklerine ve kadın nefesini tuttu, ona öğretilmiş annelik prosedüründe bebeğe mamayı yedirmek vardı, bebekte ise henüz tam tanışılmamış dünyanın neden böyle olduğunun sorusu...Kadın en sonunda pes etti, ikisinin de yüzü kıpkırmızıydı giderken... Aaah dedim içimden, sevgi bu mu?

Bir süre boş kaldı manzara, ama sonra okul çıkışı saatinde bir çift geldi. Kız çok ürkek, kesik kesik nefes alıyordu, erkek ise her şeyi çok bilir havalarında. Cebinden çıkarttığı sigarayı kıza uzattı. Kız sigarayı ağzına koyduktan sonra, erkek öğrendiği centilmenlik harekatıyla sigarayı yaktı. Kız iki nefes çekti ve çocuğa geri verdi. İkisi aynı sigarayı paylaştılar, bir hayat gibi... Çocuk konuştu, kız kıkırdadı; kız kıkırdadı, çocuk güldü. Giderken ikisinin de nefesi sigara kokuyordu. İkisi de yaşadıklarını gerçek sevgi sanıyordu.

Burası yoğun bir yer, denizin kenarında balıkçılar her gün gelip buraya konuşlanıyorlar. Bazıları arkadaşlarıyla geliyor, bazıları burada arkadaş buluyor, ertesi gün için sözleşerek ayrılıyor akşamları, bazıları hiç konuşmuyor, sadece sigara içiyor, ama hepsi de sanki sadece burada nefes alabiliyormuş gibi davranıyor.

Ah bir de sevgili sendromundakiler var, ağlarken denizi seyredip hayallerini yıkıyorlar tekrar tekrar, bazen kağıttan kuleymiş gibi bir iç çekişte, bazen denizin tuzunda yaralarını yakmak ister gibi...İçlerindeki acı verdikleri nefeste yankılanıyor, her nefes sanki son solukları gibi çıkıyor, yarının yeni bir gün olacağını bilip hissetmeden kalkıp gidiveriyorlar. Bazen böyle görünmeyen cenaze törenleri oluyor işte burada, ne gömen farkında, ne de gömülen...

Her gün nelere tanık oluyorum, bazen mutluluk, bazen acı, keder, unutkanlık, yalnızlık, buluşma.. Her türden bahaneler var, burada oturmak için.

Ben her gün nasıl oluyor da bu kadar çok şeye tanık oluyorum diye merak ettiniz sanırım.

Ben bu parktaki denize en yakın olan bankım, sizi de beklerim bir gün. :-)

24 Aralık 2010 Cuma

Bir izin günü...

Sevgili Günlük,

Suna'yı ne kadar sevdiğimi bilirsin, 17 yıllık bir arkadaşlık, dostluk, kankalık, zor zamanları paylaşmış olmak ve zor zamanlarda yanyana olmak, destek olmak, bunlar Suna adının altında benim hissettiklerim.
Uzun süre Suna ile sıkışık zamanlarda buluşunca uzuuuun bir zamanı paylaşmak farz olmuştu, biz de Suna'nın izin günü olan Noel gününde işi kırmaya ve felekten bir gün çalmaya karar verdik.
Planda Suna'nın servisle, benim arabayla işe gelip buluşmamız vardı, ama ben buluşma yerine vardığımda Suna'nın servisi kaçırdığını ve metrobüsle geldiğini öğrendim. Şirket yakında olunca, ben de işe gitmeye karar verdim. İzin günüme biraz çalışarak başladım. :-)
Suna geldiğinde ilk iş Yeşilköy'e gittik. Arabayı Polat otelin yakınlarına park edip sahile indik... Ohhh, en sonunda genişlik duygusu... Son zamanlarda yaşadığım, İstanbul'un üstüme gelmesi, sıkışık trafikte yol almaya çalışmak, çoğalan binalar bir anda ortadan silindi, geniş bir deniz manzarası ve düz bir alan, geniş, yeşil...
Yürümeye başladık, Yeşilköy sahili de parsellenmiş, ama hayvanlar tarafından. Örneğin bir yerde köpekler var, sadece köpekler, biraz gidince sadece kedilerin olduğu bölüme geliniyor ve bir sürü kedi yanyana oturmuş, dinlenenler, kendini temizleyenler, güneş altında mayışanlar...
Bir süre sonra toplu martı bölgesi geliyor ve ardından kurumuş çimenlerin arasında dalgalı hareket eden serçeler...
Uzunca bir süre yürüdükten sonra, Kırmızı Koltuk isimli çay bahçesinde oturup kahvaltı ettik. Oranın sahipleri olan mafya köpekler gelene geçene havlıyorlardı. Bir ara yanımızdan ayı kafalı, homeless bir köpek geçti. Köpeğe homeless ünvanını biz verdik, çünkü üzerine mavi, kötü kesilmiş kumaştan ve alttan tuttturulmuş bir köpek giysisi giydirilmişti. Maalesef fotoğraf makinemiz olmadığı için maalesef görsel kayıtlara alamadık.
Sahildeki dönüş yürüyüşünde, tuvalet arayışımız sırasında genç bir çocuk tarafından beslenen ördeklere rastladık. Genç çocuk kışın müşteri az olunca onlarla ilgilendiğini ve çok mutlu olduğunu söyledi.
Bu kadar çok hayvan gördükten sonra, Suna'ya görmediğimiz ne kaldı dedim ve cevap 'kurt' olarak geldi.
Konuşmaya dalmış yürürken yan taraftan değişik bir ses geldiğinde dönüp bakmamla yerlere yatmam bir oldu. Üç tane zebraya benzeyen keçi parkın ortasındaki direğe bağlanmıştı. Keçilerin üstlerinde zebraların yelelerine benzeyen bir tüy görüntüsü olduğu için onlara zebramsı keçi demeye karar verdik.
Yerlerden toplandıktan, ama keçilerin oraya nasıl geldikleri, ne yaptıkları, kime ait olduklarını çözemeden yola devam ettik.
İkinci durağımız İhtiyarhane'de Fofo'yu ziyaret etmek oldu. Babaannemin kızkardeşi yaşamla ölüm arasında, yatağında yatıyor. Onu görmek çok güzel, ama bir yandan her seferinde bana çaresizliği yaşatıyor. Diğer kimsesiz yaşlıların Noel'ini kutlayıp, İhtiyarhane'deki kocaman yılbaşı ağaçlarını, Noel süslerini, duvar resimlerini inceledikten sonra, oradan çıktık ve Bebek'e doğru sahil yoluna girdik.
Karaköy civarında ben okul anılarımı tazelerken, yan tarafımızdan üstümüze doğru bir motorsiklette, sürücünün ön tarafına oturmuş, güneş gözlüğü takmış bir köpek geçtiğinde, artık sözün bittiği yerdi, ama ben konuşmaya karar verdim:
'Bugünü asla unutmayacağım!'
Suna'dan cevap:
'Tabii ki unutmayacaksın, hale bak!'
En sonunda Bebek'e geldik, arabayı İşpark'a bıraktık, yani kaldırımın sahibine.
Bebek İskelesi'nden Kanlıca'ya geçme planımızı saatler tutmadığı için gerçekleştiremedik.
Bebek Kahvesi her zaman hoş bir yer olmuştur, ama artık eski hali pek kalmamış, içerisi bir tuhaf, eskinin kıraathane (kitap okunan kahvehane) kültürünün örneklerindenken, şu anda bu hava tümüyle sönmüş, öne doğru büyümüş bir yer olmuş. Bu haline çok üzüldüm, ama sigara yasağı olunca sahiplerine yapacak başka bir şey de kalmamıştır herhalde. Bir de tabii artık kahvaltıdan tutun da fettucine, soğuk ve sıcak sandviçlere kadar her şey bulunuyormuş yemek için, yani kısaca Kahve olayı artık sadece isimde kalmış.
Yine de sadece denize bakmak ve sakinliği yaşamak, Suna'nın sürekli yinelediği gibi saate bakmadan ve bir yerlere yetişmek zorunda olmadan orada oturabilmek muhteşem bir hafiflikti.
Veee yine yürüdük, bu sefer Rumelihisarı'na doğru... Eskiler, yeniler, anılar, yadedilen kişiler sohbetimize konu başlıkları oldu.
Bu arada ben waffle yemeyi kafaya koydum. İçi Nutella'lı, ananaslı, çilekli ve karamel soslu bir waffle... Bütün yürüyüşte giden iki gramı yüz katıyla yerine koydu. Bu arada sadece iki waffle için 18 tl ödemek, waffle ne kadar güzel olursa olsun, biraz koydu. Neyse, ne yapalım, bu da böyle olsun diye yutkunmakla yetindik, ama sanırım ikimiz de o sırada soğuk su içmek yerine, soğuk duş almayı yeğlerdik. Belki biraz içimizin enayilik durumu soğuyabilirdi.
Artık ayrılma zamanı... Suna'yı metroya bıraktım ve evin sokağına arabayı parkettim. Bu güzel gün için önce Suna'ya, sonra da bizi oradan oraya taşıyan, konfor sunan arabama teşekkür ettim.
Gün henüz bitmedi.
Arabayı parkettikten sonra, kuaföre gittim ve saçımı kestirdim. Offf, yine beğenmedim. Şimdi işyerindekilerin çenesini dinle, yine olmamış, şu kuaföre git, hayır, benimkine götüreceğim ben seni nidalarıyla yükselen imagemaker mesleğine sahip olma isteklerini benim üzerimde denemek isteyen arkadaşlarımın yorumları....
Kuaföre gitme ve geri dönüş yolunu da yürüyerek katettim. Kısaca bugün en az 13 km yol yürümüş oldum.
Şu anda her tarafım ağrıyor, yarın sabah nasıl kalkacağım acaba?
Ama o kadar güzeldi ki, hava güzel, gök maviydi, işe giden enayiydi ve biz enayiliğe bir gün ara verdik. İyot kokusuna, sohbete, yürüyüşe doyduk, çok da iyi yaptık.
Aferin bize:-)

22 Aralık 2010 Çarşamba

yeni bir yıl daha...

Herkesin hayatında ritüeller vardır, bazıları günlük hayattadır, yüz yıkamak, diş fırçalamak gibi...Bazıları ise kültürel ya da geleneksel hayatımızda yer alır, Hıdrellez, yılbaşı gibi...
Yine bir yılbaşı geliyor, yeni bir yıl geliyor. Her yıl, insanlar için bir dolu umut yüküyle geliyor. Herkes yeni yıla bir giysi giydiriyor: Bu yıl çok güzel olacak, bu yıl bana bol para getirecek, bu yıl bana sevgili getirecek...
Yeni yıl ne kadar taşıyor bu giysiyi?
Sadece biz o giysiyle ne kadar ilgilenirsek o kadar güzel oluyor. Kısaca niyetimizle ne kadar ilgilenir, yeni yıla girerken ektiğimiz tohumları ne kadar sularsak o kadar güzel ve uzun süreli oluyor.
Ama neden olmuyor? O biçtiğimiz kaftan nasıl da hemencecik düşüveriyor yeni yılın sırtından...
Her yıl yeni kararlar vermek, yeni hedefler belirlemek ve sonra olmaması...
Bu da ritüelin bir parçası mı? Bir parçası olmak zorunda mı?
Yeni yıla büyük büyük elbiseler kesip dikmek aslında hayallerimizle ilgili, ama küçüklüğümüzden beri hayallerimizin peşinden koşmamız engellendiyse, artık bizim de engellememiz kadar doğal ne olabilir ki, çünkü biz buna alıştık. Bir yere kadar gidip, sonra orada durmamız öğretildi bize, dolayısıyla hedefleri koymak serbest, ama hedefe yürümek sınırlı sorumluluk içeriyor.
Sadece küçük bir klik sesi...
Bir dönüşüm sesi, bir değişim sesi, dönen çarklıda küçük bir çentik ve 'hoooop' çark başka bir yöne doğru gitsin sesi...
Bu yıl için belki de ilk hedef bu klik sesi olmalı.
Ve eğer bu klik sesi çıkarsa, hedeflerimize doğru yürürken küçük adımlar yerine daha büyük adımlar atabiliriz...
Ben yeni yıl için nasıl bir elbise biçeceğime henüz tam olarak karar vermedim, ama şunu biliyorum ki, ne olursa olsun, adım adım gideceğim hedefime. Her gün o elbiseyi biraz daha kendime göre biçeceğim ve en yeni yıla girerken tam üstüme olacak.

19 Aralık 2010 Pazar

Bugün de böyle olsun...

Yazı yazmak istiyorum, ama şu anda ne yazacağımı bilmiyorum. Yolda yürürken, metroda, metrobüste, minibüste, laptopun açık olmadığı her an kafamın içinde bir şeyler uçuşuyor, yazıyorum da yazıyorum. Sonra laptopun kapağını açıyorum ve bir ‘puf’ sesiyle her şey uçup gitmiş oluyor. Gidiyor bile değil, gitmiş oluyor, yani kafamın içi bomboş kalıveriyorum ortalıkta.
O yüzden ne yapalım, kendimi isteğime teslim ediyorum ve ne çıkarsa bahtıma diyorum, sonuçta yapmak istediğimi yapıyorum ve yazıyorum.
Bugün üniversiteden arkadaşlarımla buluştum. Giderken karanlık bir kış gününün bulutları içimde dolaşıyordu, bir yandan ağlama isteği, bir yandan ‘ben neden böyleyim?’ soruları kafamın içinde dolanırken arabayı park ettim. Bir anda geri dönmek ve yalnız kalmak isteğiyle doldum, ama daha sonra bir arkadaşa yolda olduğumu söylediğimi fark ettim. Ertesi gün neden gelmediğime ve sohbette neler kaçırdığıma dair maillerle uğraşmayı yemedi gözüm, dolayısıyla bu iç kavgayla evi buldum ve kapıdan girdim.
Kapıdan girerken sanki bulutlar dağılmaya başladı ve hava aydınlandı. Arkadaşımın konuksever gülümseyişiyle dünya değişti ve içeride ilk kez tanıştığımız altı aylık kızları ile yeni bir dünya ile karşılaştım, yeni hayatlarına tanık olma zamanı gelmişti.
Dakikalar sonra eve diğer arkadaşlar da doluşunca, hoş bir duygu yakaladım içimde, yılların getirdiği paylaşımlar, geçmişle bugün arasında bir köprü, güven, sadece paylaşmak, fikir üretmek, tartışmak ve sadece kendin gibi olmak, hiç masken olmadan, kendini ortaya serebileceğin ve yargılanmayacağını bildiğin bir yer…
Ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum sık sık, arkadaşlarım aklıma gelince ve bunları yaşayacak kadar anım ve arkadaşım olduğunu düşününce. İş yerinde sürekli arkadaş gruplarımdan söz edince, aslında herkesin benim gibi olduğunu düşünürken, acı gerçeklerin böyle olmadığını fark ettim. Geçen yıla kadar bir haftasonu ilkokul arkadaşlarımla, ertesi hafta kurs arkadaşlarımla, daha sonraki hafta üniversiteden ve üstüne gelen haftasonunda da liseden arkadaşlarımla toplantılarımı , buluşmalarımı anlatırken, insanların hayatlarında bu kadar çok arkadaşları olmadığını gördüm. Hatta bazıları sadece iş arkadaşlarıyla haftasonlarını da geçiriyor. Bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi, söylemek bana düşmez, ama ben yine de bu kadar çok arkadaşım olduğu için çok şanslıyım. Ne zaman kafamda bir soru işareti olsa, bir şey danışmak istesem ve sadece sohbet olsa amacım, her şey için bir arkadaşım var.
Bunun yanı sıra çok kocaman bir yalnızlık duygum da var. Toplumların içinde, grupların içinde kendimi bir anda çooook güzel yalnız hissedebilirim ve o gruba sanki uzaydan bakıyormuş gibi uzaktan ve dışından bakabilirim. Bunu yapmak bir yerde hoşuma da gidiyor. O anın fotoğrafını çekiyorum, konuşmaları dinlerken ve konuşan arkadaşlarımı izlerken, sanki bir film izler gibi tadını çıkarıyorum. Bir anda içimi çok kalabalık bir İtalyan ailesinin sofra başında akşam yemeğini yedikleri bir sahneyi seyrederken olduğu gibi, komik, güzel, mutluluk verici bir duygu karışımı kaplıyor, hafif baharatlı, hafif tatlı.
İşte bugün yine o tadı hissettim. Arkadaşlarıma yürekten sevgi ve teşekkürlerle…

14 Aralık 2010 Salı

Geçmişe yolculuk...

Büyümüşüm ben, yaş almışım, belki biraz da yaşlanmışım. Ne çiçek çocuklardanım ne de teknoloji dahilerinden, aralarda bir yerlerde kalmışım.

Kendi çocukluğuma bakıyorum ve bir de kendi çocuğumun çocukluğuna… Dağlar kadar fark var ve o benim bazı şakalarımı anlamıyor, ben de onunkileri, kuşak farkı dedikleri buysa, ben bu farkın en diplerindeyim şimdi.

Benim çocukluğumda soba vardı, şimdi ise kombi.
Benim çocukluğumda ekmek kızartılırdı sobanın üstünde, şimdi ise ekmek kızartma makineleri var.
Benim çocukluğumda çamaşırlar kışın sobaların üstündeki askılara asılıp kurutulurdu, şimdi ise kurutucular var.
Benim çocukluğumda çevirmeli ev telefonları vardı, çağrı merkezleri yoktu tabii ki, şimdi ise her iş için cep telefonları var.
Benim çocukluğumda televizyon siyah-beyazdı, bunu dediğimde kızımın gözleri şöyle bir büyüdü, nasıl yani der gibi baktı, şimdi ise televizyonların içinde bir hayat vaadediliyor.
Benim çocukluğumda sobanın üstünde kestane de pişirilirdi, şimdiki çocuklar kestaneyi sadece sokaktan alıp yiyebiliyor.
Benim çocukluğumda elektrik kesintileri olurdu, gaz lambası yakılır, gölge oyunları oynanırdı, şimdi benim çocuğum Hacıvat ile Karagöz’ü sadece reklamlarda görüyor, ama ne olduğunu anlamıyor bile, belki de sadece reklam için üretildiklerini düşünüyor.
Benim çocukluğumda en çok izlenen dizi Dallas, en kötü adam Ceyar’dı, herkes tanırdı, şimdi benim çocuğum en çok izlenen en az beş dizi sayabilir durumda.
Benim çocukluğumda çok güzel şarkılar vardı, şimdi ise onların coverları ve hayrettir ki, arabada giderken kızımla aynı şarkıyı söyleyebiliyor ve kızımı şok edebiliyorum. J

Bu kadar çok elektrikle çalışan alete karşın yine de elektrik kesintisi eskisi kadar değil. Zaten olsa hayat duruyor, eskiden durmazdı, şimdi elektrik kesilince herkeste bir ‘sudan çıkmış balık sendromu’ yaşanıyor. Aman allahım, televizyon olmazsa, laptop çalışmazsa ne olur bizim halimiz?

İşte çocuklara bu durumlardan çıkma yolları da öğretilmeli. İşte hayatı zorlaştıran şeylerden biri daha, iki gün elektrik gelmezse, evde televizyona bakmadan yemek yemeyen çocuk aç mı kalacak? Facebook’a giremeyen ergen depresyona  mı girecek? Çamaşırlar yıkanamazsa, kurutulamazsa, ütülenemezse dünyanın sonu mu gelecek, başka alternatif bir giysi bulunamayacak mı?

Bir de tabii elektrik yetmiyor diye Türkiye’ye dikilecek nükleer santraller konusu var. Benim çocukluğumda yağmur yağar, toprak kokusu duyulurdu, artık o koku yok dışarıda. Benim çocuğum artık beton kokusu duyuyor, bir de bunun üzerine nükleer atıklarla tanışmak zorunda kalacak.

Değdi mi peki bu kadar teknolojiye, bu kadar hıza ve her tarafımızı elektrikli aletlerle doldurmaya?

Kızılderili reisin dediği gibi, biz dünyayı çocuklarımızdan emanet aldık, bu ihanetle daha ne kadar yaşarız?


13 Aralık 2010 Pazartesi

Bir muayene öyküsü...

Eskiden beri bir şeyler yapmam gerektiğinde büyük strese girme potansiyeline sahibim. Bu büyük oranda gidilecek yeri bilmediğimde, bilip de başıma neler geleceğini bilmediğimde olan bir şey.
Yıllar önce eski kocayla yılbaşı için Viyana'ya gideceğiz, o beş gün kalacak, ben ise 11 gün. Ben heyecandan iki gece uyuyamadım, ya vize vermezlerse... Eski koca o sırada fosur fosur.... Neyse, gittik, başvurduk, sonunda bana giriş-çıkış tarihleri yanlış vize, eski kocaya da fazladan günleri olan vize verdiler... Sonra ben tekrar gitmek ve tekrar başvurmak, her şeyi sıfırdan yapmak zorunda kaldım. Bu kadar stresin sonunda ne olabilirdi ki zaten?
İşte aynı psikolojiyi günlerdir arabamı muayene ettirme konusunda yaşadım. Kasım'ın sonunda biten muayene, daha bitmeden sırtıma bir küfenin içinde yerleşiverdi. Sanırsınız, dünyanın başka bir sorunu yok, ben muayene yaptırınca ormanlar çoğalacak birdenbire, öyle bir duygu bu...
Günlerce kime, nasıl yaptırırım diye düşündüm ve ne öğrendim, kurallar değişmiş, herkes kendi arabasını götürecek, yok götüremiyorsa birine vekalet verecek. Eh, vekalet demek, noter demek, bunun için işten izin almak, notere gitmek, tabii bunun için önce birini bulmak demek... Oooooof, uzun iş, ben giderim, tamam....
Nasıl yapılacak peki?
Direkt şirketimizin muhteşem şoförü Faruk'a gittim ve ağlamaya başladım.
-Faruk, nasıl yapacağım, nasıl gideceğim?
-E-5'ten gideceksin, Doğuş Oto'yu görünce hemen gir sağdan. Ağabeyim  yarım saatte bitirdi işini, randevu alacaksın.
Hah, tamam, randevu süper fikir, fazla beklemem de...
Önce internetten girdim, siteyi buldum, okudum, okudum. Allahım, hangi sayfadan, hangi sayfanın hangi köşesinden randevu alınıyor. Sayfaları açtım, kapadım, geri gittim, başka linklere tıkladım veeeeee sonunda çağrı merkezi telefonunu aramayı akıl ettim.
Evet, telefon açınca her şey daha kolay oldu, randevuyu aldım, bu arada hangi istasyondan randevu alacağımı unuttum, neyse, telefondaki çocuk anlayışlı çıktı, o teker teker istasyonları sayarken, hatırladım: Esenyurt
Ben randevuyu aldım, ertesi gün haberler, hava durumu, gazeteler bas bas bağırmaya başladı: İstanbul'a kar geliyor, İstanbul karlar altında kalacak, dikkat, dikkat...
Allahım, kar, sevgili kar, lütfen biraz bekle, hemen gelme, komşuda dinlen biraz, daha önümüzde koskoca bir kış var, gelirsin, hele dur,ben şu muayeneyi bir yaptırayım.
Bir yandan da düşünüyorum tabii, randevuyu iptal etsem, ooooof, bir daha ne zaman giderim, ya bu arada ceza yersem, ama karda nasıl gideceğim oralara?
Bir yandan da meleklerden torpil istedim, lütfen kar yağmasın, lütfen her şey yolunda gitsin, sevgili melekler bu durumu size havale ediyorum.
Bir yandan teslimiyet duygusu içinde olmaya çalışmak, bir yandan olamamak, yıllardır bunun üzerinde çalışıp, hala korku duymak, gidip gidip başa dönmek, yürüyüp koşup, sadece bir arpa boyu yol almış olmak...
Aman ne hoş!
İşte böyle, sen kendini eğit, eğit, eğit, sonra günlük hayatta donk diye duvara toslayıveriyorsun.
Haftasonu çok soğuk olmakla birlikte, tutmayacak kadar kar yağdı, yani hem kar mutlu oldu hem de ben. :-)
Cuma günü stresten Faruk'tan  adresin yazılı, çizili, anlatımlı halini almayı unuttuğumu ancak  pazar akşamı farkedebildim. Neyse ki internet var ve Tüvtürk sitesinde istasyonların krokileri de var. Baktım, baktım, baktım ve hiçbir şey anlamadım. Bunun için de yol perilerini devreye soktum.
Sabah kendimi dışarı attım ve benzin alıp devam ettim.
Avcılar'a kadar her şey iyiydi, sonra kendi kendime konuşmaya başladım, nerede bu, hah şurada bir sorayım...
Bir benzin istasyonunda çok güzel bir tarif aldım. Horoz nakliyatı geçince hemen sapacaktım, ooooh, bu çok kolay, biliyorum ben orayı...
Konu yol olunca, durum benim o yola ilk kez tek başıma gitmem olunca benim yolları karıştırmam ve kaybolmam ilk şıktır.
Tabii ki Horoz Nakliyat'ı kaçırmışım ve fazla ileri gitmişim.
Bir benzin istasyonu ziyareti daha yapıp, yolu sordum, ama kimse bilmiyordu, o sırada yan taraftan bir erkek kılığına girmiş yol perisi geldi ve bana yolu sağdan gir, ikinci sağdan gir, sola dönünce ilk sağdan sonraki sol kolda derken elini, kolunu sallayarak ve bir eliyle diğer koluna vurarak görsel olarak da anlatmaya başladı.  Adamı dinlerken bir yandan ağlamaklı bir suratla sağları ve solları sayıp aklımda tutmaya çalışıyordum.
İstasyonu ancak giriş kapısını geçtikten sonra farkedebildim ve geri geri gitmek zorunda kaldım.
İçeri girdiğimde, bana giriş kaydını yaptırmam gerektiği söylendi.
Bir kalabalık, bir kalabalık, aman Allahım, bu ne? Ama ben randevu almıştım.
Tam bu sırada oturan adamlardan biri, randevu yalan, bekleyeceksin demez mi? Ama ben işten izin kağıdı almadım, hemen işimi bitiririm sandım.
İşyerinden bir arkadaşı arayıp geç kalacağımı ve nedenlerini anlatmaya çalışırken şarjım bitmez mi? Çok hoş, ne kadar hoş, bayılmak üzereyim.
Sonra öğrendiğime göre, randevu saatine göre kayıt alıyorlarmış, yani çok da büyük bir sorun yok.
Yıllardır özenip özenip bir türlü içimden ortaya çıkartamadığım dişilik enerjisini orada yayamadığım için, bir salon dolusu erkeğin içinde birden bir yenge, bir bacı, bir kızkardeş konumuna gelip, empati yapılası bir mahluk oluverdim.
Ben de hemen oturacak bir yer bulup, kitap okumaya başladım, bu arada aklımda kocaman bir soru işareti, ben vergi dairesinden borçlu olmadığıma dair bir kağıt almadım, ama duvarda buna benzer bir şey yazıyor. Of, ya muayene olamaz, bu kağıt eksik derlerse... Tam o sırada yanımda oturan ağabeyim konumundaki adama, en şirin kızkardeş edasıyla soruyorum ve ohhhh, kağıda gerek yokmuş.
O sırada ding dong ve kırmızı dijital sayı tabelasında benim numaram belirdi. Frigidaire markasının kadın modeli olan danışman bayan evraklarımı istedi, ağzının içinden dışarıyı çıkan sesi duyamadığım için beni fırçaladı, ben o sırada elimdeki bütün kağıtları heyecandan etrafa saçtım, kendime gülerek sakinleşmeye çalıştım ve son fırçamla artık oradaki işimin bittiğini öğrendim.
Dışarıya çıkınca görevli ağabeyime giderek, şimdi ne yapacağım ben dedim. Beklemeliymişim ve adım anons edilince arabamı getirmeliymişim.
Amanın, anons dediği şey, eski otobüs dinlenme tesislerindeki kakafoninin rahatlamış hali... Bunu ben nasıl anlarım yahu diye karalar bağlamışken, muhteşem ismim yankılandı.
Arabam sıraya girdikten sonra, yaklaşık 15 dakikada işi bitti. Giriş kaydı için aldığım numara kağıdında saat 8.23 ve çıktığımda ise 9.16 idi.
Evet, kabus gibi geçen günlerden sonra, bugün her gördüğüm kişiye Nobel ödülünü kazanmışım duygusuyla, ben arabamı bugün muayene ettirdim, hiç korkulacak bir şey yok, derken buldum.
Bundan sonraki muayene tarihim: 13 Aralık 2012, yani 12 Aralık 2012'de dünya batmazsa ertesi gün bu deneyimimden tekrar yararlanacağım.

12 Aralık 2010 Pazar

Sen kimsin?

Kimsin sen?
Kim olduğunu sanıyorsun?

diye sorsam size, birden sinirlenir, sen benim kim olduğumu biliyor musun, diye bir soruyla karşılık verirsiniz büyük olasılıkla.

Halbuki  ben ciddi olarak soruyorum. Kimsiniz gerçekte?

Biz sadece rollerimizi yaşıyoruz. Anne, baba, çocuk, iş kadını, arkadaş... İçimizde ne olduğunun ne kadar farkındayız? Duygularımızın ne kadar farkındayız?

Anne, baba olarak fedakar olmalıyız, çünkü toplum fedakarlığı sever. Çocuğumuzu bir an sevmeyebiliriz, ama bunu ne kadar ifade edebiliriz, ne kadar itiraf edebiliriz? İçimizden buna dair bir ses çıksa bile hemen bastırırız, çünkü bu kötüdür.

Çocuk olarak annemize babamıza karşı gelemeyiz, çünkü hemen hayırsız olarak adlandırılırız. Bu da toplum tarafından kötü karşılanan bir şeydir, bu demek ki, bunu da içimizden atmamız ve anne babamız ne derse ona uymak zorundayız.

İşkadını, işte çalışan olarak tümüyle kurallara uymak zorundayız, duygular mı, yok canım, bırakın kenara, küllüm mantık, küllüm zihin... Günün büyük bir bölümünü de işte geçirince de, duygular rafa kalkıyor ve üstleri tozlanmaya başlıyor haliyle...

Arkadaş olmak mı? Arkadaşınız aradı, şimdi işim var deseniz, şimdi konuşmak istemiyorum deseniz alınacak. Eh, dinleyeyim bari, yoksa nasıl uğraşırım onun küskün haliyle, alınmasıyla? Ya onun o kurban hali, sürekli aynı şeyleri döndürüp döndürüp anlatması, kendine yandaş araması... Bir anda ağzınızdan, ama yeter artık, kendine gel deseniz...

Şimdi bir bakın bakalım, ne hissediyorsunuz? Aklınıza gelen ilk şeyler düşünceler olacak büyük olasılıkla. haklı, haksız, iyi, kötü... Ama bunlar duygu değil ki...

İçinizde mutluluk mu var, üzüntü mü, korku mu, huzur mu?

İçinize bir bakın bakalım, ne çıkıyor diplerden?

Farkına varınca baş etmek, değiştirmek, düzeltmek daha kolaydır. Çevrenize bir bakın bakalım, arkadaşınıza, çocuğunuza, eşinize, işinize baktığınızda ne hissediyorsunuz?

Veeeee bu sizi doyuruyor mu?

Sahi siz kim'siniz?

Cevabı siz'de, içinizde...

10 Aralık 2010 Cuma

bir mektup...

                                                                                                    Istanbul, 10 Aralık 2021

Sevgili Nesrin,

Yıllar geçti görüşmeyeli, birden  nereden çıktın diyeceksin, biliyorum. En sonunda adresini buldum, bir yazayım dedim.
Ne günlerdi, değil mi?
Stres diz boyu, ama biz amma gülerdik. Her sabah birbirimize rapor verirdik. O kadar uzak otururduk ki, birbirimize bir türlü birbirimizi ziyaret edemedik. Eh, ne de olsa düşünmemiz gereken bir benzin parası durumu vardı. :-)
Seni düşündüğümde hep gülümsüyorum, aklıma şöyle bir sahne geliyor: Koskocaman bir kartonu yırtıp, arasından suratını çıkartıp, dudaklarını büküp, gözlerinle gülüyorsun. Arada çıkardığın sesleri maalesef taklit etmem mümkün değil.
Eh, ben de az komik değildim. Hatırlıyor musun, bir gün elimde bir kumaş parçasıyla gelip, monitörü silerken, sileyim abi demiştim, sen de yerlere yatmıştın. Ama ilk şaşkınlığın gözümün önünden gitmiyor.
Bir de tabii kulaktan kulağa yaptığımız dedikodular var, birbirimizi gaza getirip çalışmaya çalışmamız, arada dini ve enerji dolu sohbetler, bu arada ben hala Allah'ın 99 ismini ezberleyemedim. Sen ne durumdasın acaba?
Ne komik, uzun yıllardır hiç görüşmedik, neden görüşmedik, onu da hangimiz biliyor, bilmiyorum ama, yine de bir araya gelsek, herhalde kaldığımız yerden devam ederiz. Büyük olasılıkla sadece eski günleri yad etmekle yetinmeyiz. Ne dersin?
Kürşat neler yapıyor, öyle güzel anlatıyordun ki, Kürşat'ın yaptığı yemekleri, hazırladığı sofraları, her seferinde çok merak ederdim, ama bir türlü tanışamadık kendisiyle. Benim için hala biraz Gizem Adam sıfatını taşıyor.
Fr. Rösch'ü hatırlıyor musun? Ne komikti, ben ona alte Hexe (yaşlı cadı), o da bana Farbhexe (renk cadısı) derdi, öyle şaka kaldıran insanlarla çalışmak gerçekten harika, yoksa tekstilin stresine bu kadar uzun süre dayanamazdık herhalde.
Hakan neler yapıyor? Amanın,  yoksa adı Yiğit miydi ya da Mehmet mi? İlk tanıştığımızda yoktu o, sonradan nasıl tanıştınız, nasıl yakınlaştınız hiç hatırlamıyorum. Ne ketumdun ama, onu anlatana kadar bayağı uzun bir süre geçmişti. İlk başta çok kıskanmıştım, yani anlıyorsun işte, nasıl kıskandığımı. Sen o kadar uzun süre konuş, konuş, bir sürü espriler yap, sonra kadın gitsin, birini bulsun ve anlatmasın. Nasıl kıskanmam? Ben o kadar yalnızken, olacak şey mi? Neyse, en sonunda ben de birini buldum da, artık o mu beni buldu, ben mi onu, Allah biliyor, ama en sonunda dualarımız kabul olmuştu.
Bir iş yerinde insan para için çalışıyor, ama huzur olmazsa o parayla aldığı yemekler de lokma halinde boğazına takılıyor. Biz çok şanslıydık, güle oynaya çalışır, hayatın içinden rolümüzü oynar, akşamları en doymuş halimizle çıkardık iş yerinden, çünkü gerçekten çalışırdık, ama var ya, harbiden iyiydik, bazen çalışırmış gibi yapalım diye dalga da geçerdik. :-)
Yıllar çabuk geçiyor, saçlarımızdaki aklar arttı, görüşmez olduk, ama bir yerlerde olduğunu bilmek güzel.
Bir gün bir yerlerde karşılaşıp, önce geçmişi yad edip sonra da yönümüzü geleceğe çevirmek dileğiyle...

Seni çok seven
Banu

PS: Aslında bu yazı, Öğretmenler Günü yazımda Nesrin'in adı geçmediği, bu yüzden bana kızdığı ve benim, tamam ya, sana özel yazı yazacağım dediğim için yazıldı. :-)

9 Aralık 2010 Perşembe

Minibüs şoförlerine en derin saygılarımla…

Bir bardağa biraz su doldurursunuz, sonra durur, biraz daha doldurursunuz, gider gelir biraz daha doldurursunuz… böyle aralıklarla doldurunca ve o bardak bir türlü taşmayınca, sanırsınız ki, ne kadar doldurursanız doldurun, o bardak o suyu hep alacak, hep alacak… bir gün gelir, bir bakarsınız, su dışarı sızmaya başlamış, üstünde durmaz, bardakta suyu habire tıkıştırmaya, sıkıştırmaya çalışırsınız ve su artık daha fazla artarak akmaya başlar, en sonunda taşar…

Şimdi yolları o bardak, arabaları da su olarak düşünün. Her taraf araba dolu, her gördüğüm kişi araba almaktan söz ediyor, geçen gün iş arkadaşım kızının araba almak istediğini söyledi, ne de olsa artık 500 tl aylık ödemeyle araba alınıyormuş. Oldu, alsın, nereye sokacak o arabayı? Yollarda o araba için yer kaldı mı? Otoparklarda neredeyse üstüste konacak arabalar. Herkes köşe kapmaca oynuyor. Büyükler oyun oynamaz mı sanıyorsunuz? İşte köşe kapmaca (park etmek), işte play station (Tem’de araba sollamak) , işte arkadaş korkutma (kamyonların korna çalması) , işte yakantop (küçük çaplı trafik kazası) …

İşte ben bu haldeyim artık, bu arabalara doymuş taşmış bir insanım. Bankalara zaten gıcıktım, bir de bu yüzden gıcık olmaya başladım.

Bir de toplu taşımacılık var tabii, trafiğin diğer yüzü… İstanbul bu kadar büyük olunca, gitgide dışarılara taşınca aslında araba sahibi olmak da şart oldu. Bir yerden bir yere gideceksiniz, aktarma yapmaktan akşama ne yönde olduğunuzu şaşırıp, kendinizi başka bir yönde bulmanız da olası. Örneğin ben arabasız işe gelmeye kalkarsam en az 3 taşıtla gelebiliyorum. Aralarda beklemek, gelen taşıtlara binmeye çalışmak zaten büyük bir sportmenlik ve sabır gerektiriyor, ama kimse sonunda madalya takmıyor. Tabii taşıta binebilirseniz, bir de üstüne oturabilirseniz, aldığınız haz ve yaşadığınız mutluluk en zorlu yarıştaki altın madalyayı kazanmaya eşit, hiç abartmıyorum.

Toplu taşımacılığın mihenk taşlarından birisi de minibüsler. Hatta bir rivayete göre Istanbul’daki metro sistemi aslında Menderes döneminde yapılacakmış, Fransızlar projeleri sunmuşlar, ama dönemin hükümeti minibüs şoförlerinin oylarını kaybetmemek için projeden vazgeçmişler. İşte böyle önemli bu minibüs şoförleri… eh kendisine bu kadar önem bahşedilen insanoğlu buldumcuk olmaz mı? Hepsi olmasa da çoğu kendini yolların fatihi, yolların kralı, trafik yöneticisi gibi görüyor sanırım. İstedikleri gibi sollama, sağlama, düz giderken aniden direksiyon kırma, insanları balık gibi istiflemek, şerit değiştirir gibi yapıp yapmamak en büyük özellikleri…. Bir özellikleri daha var ki, beni çıldırtıyor: korna çalmak. Bir vites değiştirme hemen bir kere kornaya basma hakkı veriyor sanki. Adamın eli korna düğmesinin üstünde… içindeki çocuk oradan kendini dışarı atıp oyun mu oynuyor, anlamıyorum ki.

Bir kere iş dönüşü minibüse bindim, önde ayakta durdum. Şoför genç bir adamdı. Hemen kornaya asıldı. Benden bir soru çıktı, ben bile şaşırdım: o kornaya sürekli basmak zorunda mısınız?
Ne dese beğenirsiniz? ‘Hatırlatıyorum’ dedi.
‘Neyi?’ sorusunun karşılığı, bizim eve gideceğimizi hatırlatıyormuş.
Hey allahım yaaaa, ben ne zaman eve gideceğimi unuttum? İşte bunu hatırlayamadım, çünkü HİÇ OLMADI!

Minibüs şoförlerindeki genel kanı, onlar kornaya basınca görülüyorlar, onlar kornaya basınca milletin aklına, haaaaa bir de minibüs var, ben ona da binebilirim düşüncesi geliyor, onlar kornaya basınca bütün arabalar bir kenara çekiliyor ve yollar onlara kalıyor. Kim bu düşünceleri ve homo sapiens zihin yapısını bu kişilere verdi, nereden öğrenebilirim acaba?

Bunu öğrenemesem de, bildiğim tek şey yakında ya trafik canavarı ya da minibüs şoförü katili olacağım… J

Beni yargılarken son isteğimi soracak olurlarsa, bankalar batsın, herkes paralarını yastık altı yapsın, herkes daha fazla nakit kullansın, kimse kredi çekemesin, kimse araba alamasın, otoparklar ağaçlandırılsın derim, bir de bir sevgilim olsun. İstersek olur bence. J


7 Aralık 2010 Salı

Evde olmak...

Ben yengeç burcuyum, şimdi ne ilgisi var derseniz… Yengeç burcu insanı güvende olmak ister, o yüzden de evi kalesi gibidir.

Geceleri karanlıkta dışarıda olmayı sevmiyorum, özellikle uzun kış gecelerinde evde olmak benim için çok sıcak, çok hoş ve güven dolu bir duygu. Bunda annemlerin biz çocukken tavuk gibi erkenden yatmaları, tabii bizi de yatırmaları en büyük etkenlerden biri. İçime öyle bir işlemiş ki bu duygu, hala kendime koyduğum saatte yatmaya gitmezsem sanki diğer odadan biri çıkacak ve bana kızacakmış gibi hissediyorum. Bu iyi bir şey mi, soooon derece tartışmaya açık bir durum ve sanırım kimse de bu durumu benim kendimle tartıştığım kadar tartışmaz.

Her kış evdeki en büyük eksiğin yanan bir şömine olduğunu düşünüyorum. Kombinin rahatlığı yok tabii şöminede, ama kombi de içgüdüsel olarak içimizdeki ateşe bakma eğilimini de doyurmuyor. Yanan bir ateşin çevresindeki insanlar hep ateşe bakarlar ve öyle sohbet ederler ya, sanırım içimde ona karşı bir özlem de var. Bir de ateşe attığınız odunun kor haline gelmesi, içinde çözülmesi, toz olması… tüm bunları izlemek aslında biraz meditasyon yapmaya benziyor. Bir anda odak noktası tümüyle ateş oluyor ve ateşe çok baktığınızda çevresi artık görünür olmaktan çıkıyor. Yıllardır içimdeki şömineli ev hayali için artık eyleme geçsem hiç fena olmayacak sanırım. J

Çok çalışan ve işyeri İstanbul’un bir diğer köşesinde olan bendeniz evi çok özlerim. Evde ayaklarımı uzatıp oturmak, çay içmek ve pencereden dışarı bakmak beni çok rahatlatıyor. Allahtan iyi bir manzaram var, ağaçlara bakıyorum. Bazen işteyken hayal ediyorum, ev dekorasyonu dergilerindeki bir sayfada kendimi yanımdaki country tarzı sehpanın üstündeki kupada üstünden dumanlar çıkan çayım, elimde son derece heyecanlı, ama dinlendiren bir kitap, okuma ışığı altında, üstümde sıcacık kar tanesi desenli bir kazak ve kalın bir eşofmanla ekose desenli berjerde oturmuş görüyorum.

Bazen hiçbir şey yapmamak çok şey yapmak anlamına gelebiliyor. O kadar hızlı yaşıyoruz ki, hep bir yerlere yetişmek ve sürekli organizasyonlar yapıp, onların tamamlanmasını sağlamak, alışveriş yapmak, trafikte boğuşmak… işte evde olmak demek biraz da durmak demek oluyor. Dur, sakinleş, işler yetişir, tamam, biraz otur şimdi, haydi çayın tadını çıkar…

Ah, bir de şu ev işleri olmasa… Geçenlerde gittiğim arkadaşımla sohbet ederken evin dağınıklığından söz ediyordum. ‘Bizde herkes tabaklarını, bardaklarını hemen kaldırır, aldığını yerine koyar’ dedi. O daha cümlesini bitirmeden ben yanımızda oturan kızıma dönmüş, bak gördün mü, işte böyle olmalı bakışları atmaya başlamıştım bile. Bir anne olarak çocuklarımıza yapacağımız en kötü şeylerden biri, kendi odalarını ve yaptıklarını toplayacak yaşa geldiklerinde hala  onların arkasını toplamak, bunun için de yaşlarına uygun sorumluluk verilmesi ve tutarlı olmak çok önemli… Hemen toplanınca ne dağılır ki zaten?

Aslında ‘ben ve evde olmak’ diye başlayan bu yazı , çok farkedilmese de bir farkındalık yazısı oldu benim için. J