Geçen ayki sayfa görüntüleme sayısı

26 Kasım 2010 Cuma

akşam eve yürüdüm...

İş çıkışları her taraf çok kalabalık... Otobüse, minibüse binmek bile bir lüks olabiliyor, hele ki, ayakta bile yer bulmuş olmak ve bir toplu taşıma aracına kapak atmış olmak, eve ulaşabilmek... harika..

Bu akşam arkadaşım beni bıraktığında kendimde otobüs ya da minibüs bekleme enerjisini, diğer kişileri geçip, toplu taşıma aracına binmeye çalışma enerjisini bulamadım. Ben de yürüdüm.

Yağmur yağıyordu, uzun bir yokuşu ağaçların yanından yürüyerek aşağıya doğru gittim, gittim, gittim. Yokuşun sonuna doğru yorulduğumu hissettim. Beni yoran yürüyüş değildi, belki biraz ağırlaşan çantamın etkisi vardı, ama asıl yoran...

Asıl yoran yanımdan hızla geçip giden arabaların sesiydi. Dinginliğe yer bırakmayan bir gürültü silsilesi... Beynimin içine dolan kakafoni...

Sonra iç sesim konuşmaya başladı:

-Ah şekerim, reflüm azdı bu aralar.
-Aaaa, sen de reflü mü var?
-Evet, biraz da ödem.
-Bende de panik atak var.
-Ay çok zor şekerim, bizim çocuk da hiperaktif üstünüze afiyet...

Artık insanların arasında hastalıkları da bir statü nedeni, çünkü bu hastalıkların nedeni stres ve stresiniz varsa, siz çok şeyler yapıyorsunuz demektir, ne kadar stres, o kadar iyi... Çünkü artık rahat yaşamaya hakkınız ve aslında isteğiniz de yok, ama soracak olursak, yok canım, kim rahat yaşamak istemez ki?

Deniz kenarına ulaştığımda yağmur yağıyordu ve denizin üzerine düşen yağmur damlalarının ortaya çıkardığı sudaki izleri benden başka gören kimsenin olmadığını farkettim.

Yıllar önce bir tatilde eski koca, İskoç bir arkadaş ve sevgilisiyle Olimpos'a gittik. Dakika bir, gol bir, eğleneceğiz. Biz dışarıda otururken, eski koca gidip arabanın radyosunu açtı, müzik dinleyeceğiz diye. İskoç arkadaş bize aksi aksi baktı ve sadece, kapat onu dedi. Biz şaşırmıştık, insan müzik dinlemez mi? Biz buraya doğayı dinlemeye geldik, müziği evinde dinle, dedi.

Geçen gün Göksu deresi kenarında bir yere kahvaltıya gittim. Dere kenarı, tıkır mıkır işleyen motorlarıyla dingin suyu yararak ilerleyen küçük teknelerin sakinliği, kuşların uçuşu, kedilerin oynaşması... Bu arada orada çalan ve arada cızırtılar çıkartan radyo kanalının sesi her şeyin içine etti. Hesabı ödemeye gittiğimde, keşke radyoyu hiç çalmasanız, hatta böyle cızırtı yapan bir kanalı dedim. Garson baktı ve haklısınız dedi. Dedi, ama radyoyu kapattı mı? Hayır!

Doğadan koparılmış yaşıyoruz, ama farkında bile değiliz.

Sonra da reflü diyoruz, panik atak diyoruz, stres diyoruz...

Yağmurda ortaya çıkmış olan salyangozları görmüyoruz, yağmurdan korkmadan altında yürümüyoruz, kuş seslerini duymuyoruz. Ufacık ayrıntılarda koskoca bir dünyayı kaçırıyoruz ve sonuçta kendimizi hasta ediyoruz.

Bol yürüyüş...

Bu akşam televizyondaki filmde yaşlı adam sanki bir mesaj verdi: İnsan yürüyünce zihni de dinleniyor.

25 Kasım 2010 Perşembe

Kendinden ve kendiliğinden ekonomik yaşamak...

Orhan Veli bir şiirinde, hava bedava, su bedava diye yazmıştı. Artık nüfusun gün geçtikçe katlanarak büyüdüğü ülkemizde havanın da, suyun da bedava olmadığı günleri yaşamaya başladık. Annem çocukken yıkanırken susadığında, musluğa ağzını dayayıp su içtiğini anlatır, ama ne biz ne de çocuklarımız bunu yapmıyoruz artık. Aksine içilebilir suyu artık para ile, şişelenmiş olarak almaya başladık.
Evimizin her yanında elektrikle çalışan aletler var, bu da elektrik tüketimini arttırıyor, sonuçlar bize nükleer santraller olarak dönmeye başladı. Her ne kadar çevresini, köyünü, toprağını, doğayı seven köylüler rap de yapsa, şehrin göbeğinde doğadan bihaber yaşayan kentli kliması için daha fazla elektrik  istiyor.
Ne su ne de hava artık bedava...Demek ki bunları da artık ekonomik kullanmalıyız.
Çocuklarımıza küçük yaştan suyu boşa akıtmamanın, elektriği boşa yakmamanın önemini anlatabilirsek, çocuklarımızdan ödünç aldığımız bu dünya için bir şeyler yapmış olabiliriz.
En kısa mesafelere yürüyerek gitmek, bir kat için merdiveni kullanmak... Gün içinde hiç farketmediğimiz, ama yaparsak ülke ekonomisine katkı sağlayacak ufacık adımlar ve bir kez daha hatırlayalım,  en uzun yollar bile ufacık bir adımla başlayarak aşılıyor. Ülkemizin refahta olması demek, bizim de refahta olmamız demek...
Amerika'da yapılan bir araştırmada kredi kartı ile yapılan market alışverişlerinde daha fazla abur cubur satın alındığı ortaya çıkmış. Artık kredi kartını hayatından çıkartma kararı almış olan ben de bunu deneyimledim. Elimde nakit para olduğunda, otomatikman ne kadarına yeter, ihtiyacım nedir diye düşünmeye başladım. Yani kısaca ekonomik yaşamak için kredi kartını hayatımızdan çıkartmamız yeterli. Bu kadar basit. Haaa, eğer çıkartamam kesinlikle diyorsanız, ya büyük bir borç batağının içindesiniz ve geleceğinizden para çekiyorsunuz ve o parayı asla göremeyeceksiniz ya da kredi kartına bağımlı oldunuz, acilen tedavi görmeniz gerekli.
Başka, başka, başka ne olabilir?
Belki arkadaşlarla kitap değiştokuşu, belki çocuklarınızın küçülmüş giysilerini sevdiğiniz bir arkadaşınıza vermeniz, belki de ufacık deliği olan bir çorabı onarıp kullanmaya devam etmeniz. Babaannemin yüksüğü vardı, bütün çoraplar onarılır, gömlek yakaları ters yüz edilirdi. İşte o zamanlar bolluk dönemleriydi, çünkü hiçbir şey boşa gitmez, çöpe atılmazdı. Belki 40 çeşit ekmek yoktu, ama bayat ekmekten yapılacak 40 çeşit yemek türü vardı. İnsanlar ellerindekinden dünyaları yaratma yeteneğine sahipti. Şimdi ise çevremizdeki dünyalara bakarken, kendi dünyamızda bir hapishanede yaşıyoruz.
İhtiyaç mı, istek mi?
Eğer bu sorunun yanıtını dürüstçe verebiliyorsanız, ekonomik yaşamak diye bir kalıbın içine girmezsiniz, çünkü zaten otomatikman ekonomik yaşıyorsunuzdur.
Düşünsenize, sadece ihtiyaçların karşılandığı bir yerde ne kadar çöp çıkabilir ki? Mc Donalds'ın tüm paketleme çöplerinin olmadığı bir dünya, poşetlerin olmadığı bir dünya...Ekmeklerin atılmadığı, yemeklerin dökülmediği bir dünya, evdeki giysileri toplamak için ikinci dolabın alınmadığı bir dünya...
Kendinden ve kendiliğinden ekonomik yaşamlar... Sadece bakış açınızda ufak bir ayar yeterli bence...

23 Kasım 2010 Salı

Öğretmenler gününüz kutlu olsun ve öğretmenim olduğunuz için teşekkürler...

Hmmm, bu yazıyı ben okumasam da olur, ben öğretmen değilim ki, artık okul da bitti, öğretmenler gününü kutlayacak bir öğretmen bile tanımıyorum artık diyorsanız...
Gülerim, çünkü yanılıyorsunuz...
Hepimiz bir yaşam yolundayız, kendi çapımızda bir hayat yolunda yürüyoruz.
Her gün iş yeri adını verdiğimiz sınıfa giriyoruz sabahtan. İşimiz içinde bulunduğumuz sınıfı gösteren bir dersler sınıfı... Hangi okulu bitirdiysek ona göre bir işe giriyoruz genelde ya da tam karakterimize göre ve sınıfımızı belirtiyoruz, mavi yakalı mıyız, beyaz yakalı mı, hangi statüdeyiz?
İşyerindeki arkadaşlarla ders çalışıyoruz. Hangimiz işini daha disiplinli yapıyor, kim işten kaçıyor, birlikte nasıl sohbet ediyoruz, egolarımızı nasıl törpülüyoruz?
Size iş yerinde fırça atan müdürünüzün hayatınızda en önemli öğretmenlerden biri olduğunun farkında değil misiniz? Sizi hayatınızda otorite figürüyle karşılaştıran, otoriteyi sembolize eden, babanızla yaşadıklarınızı size farkettiren bir öğretmen, neden onun öğretmenler gününü kutlayıp şok olmasına yol açmıyorsunuz? Yüzündeki korkunç şoku ve 'sanırım bu eleman delirdi' diyen bakışlarını görmek ne kadar eğlendirici olur.
İşyerinde arada teneffüse çıkıyorsunuz, en uzun teneffüs yemek paydosu, yakınlardaki lokantaya yemeğe gittiğinizde, yanlış yemeği getiren ve bunu da olabilecek en uzun sürede becerebilen garsona karşı sabır ve hoşgörü dersini görüyorsunuz, eh zaman zaman iş stresiniz dolayısıyla ve belki de egonuzun şişkinliğinden, belki de sen benim kim olduğumu biliyor musun demek istediğiniz için kırık not alıyorsunuz.
30 yaşına gelmiş olanlar ve biraz aşmış olanlar çoğunlukla evleniyor ve en zor dersi almaya hak kazanıyorlar, aynı evde farklı anne babadan dünyaya gelmiş bir insanla birlikte yaşama sanatı.
Güç savaşı, hoşgörü, denge, sevgi, saygı, ego, özveri, fedakarlık, kaynana ile geçinme sanatı dallarında her an ders alıyorsunuz, öğretmeniniz ise eşiniz...
Neden ona size öğrettikleri için teşekkür etmiyorsunuz? O bunu hak etmiyor mu?
Bir de tabii ki boşanma dersi var. Nasıl boşandınız? Neden boşandınız? Boşanırken aklınızdan ne geçiyordu?
Bu konuda hayatsal değeri olan bir kompozisyon yazdığınızda hangi noktalar öne çıkıyor? İşte hayat dersi, işte Hayat Öğretmen... Neden hayata size verdikleri için teşekkür etmiyorsunuz?
Evet, bu kadın iyice kafayı yemiş olmalı, boşandım ve hayata teşekkür etmeliyim, öyle mi? İç sesiniz bunu diyorsa, lütfen okumaya devam edin.
Boşanmak da bir derstir, ne öğrendiğinize odaklanın, kaybettiklerinize karşılık kazancınıza odaklanın. Şimdi kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Bu muhasebe dersi size büyük farkındalık kazandıracaktır. Kendinize teşekkür edin ve kendinizi kutlayın.
Her şey bir tarafa, en önemli dersi hangi öğretmenden alırız, biliyor musunuz?
Çocuklarımızdan...
Sabır, koşulsuz sevgi, değer, organizasyon, planlama, yetiştirme...
Bu alt konularla bütünleşen bir konudur bu çocuk yetiştirme durumu ve biz genelde çocuklarımıza dünyayı öğrettiğimizi düşünürüz, aslında onlardan sabırlı olmayı öğreniyoruzdur, karşımızdaki ne yaparsa yapsın, nasıl davranırsa davransın koşulsuz sevgiyi deneyimliyoruzdur, günümüzü çocuk için organize ederken saatlerimizi değerlendirmeyi, planlamayı, verimli olmayı öğreniriz... Çocuklarınızın söylediklerine ve davranışlarına dikkat edin, onlar sizin aynanız, siz onlara nasıl davranıyorsanız, onlar da size öyle davranıyor. Siz onlara nasıl hitap ediyorsanız, onlar da oyuncaklarına öyle hitap ediyor, arkadaşlarıyla oynadıkları evcilik, sizin evliliğinizin bir minyatürü... Farkında olduğunuz takdirde size sizi öğretecek en büyük öğretmenleriniz çocuklar...
Çocuğunuza kocaman bir teşekkürler...
Şimdi huzurlarınızda öğretmenlerime teşekkür etmek istiyorum:
Sevgili babam, sorumluluğu, disiplini öğrettiği için,
Sevgili annem, koşulsuz sevgiyi öğrettiği için,
Sevgili kardeşlerim, her zaman yanımda oldukları, bana herkesin aynı olması gerekmediğini gösterdikleri için,
Sevgili eski kocam, öncelikle kendime değer vermem gerektiğini öğrettiği için,
Sevgili kızım, sınırlar çizmenin küçücük bir hayır demek ile başladığını öğrettiği için,
Sevgili Sema Erduman, reiki öğrettiği için,
Sevgili Sema Maybek, zor zamanlarda bile kalpten cömert olmayı öğrettiği ve bana ayna tuttuğu için,
Sevgili Serpil Doğançay, kendiyle uğraşmanın ne kadar zor olduğunu, ama başarılabilir bir şey olduğunu gösterdiği için,
Sevgili Hatice Kılıç, öğrendiklerini paylaşmanın ne kadar büyük mutluluk verdiğini gösterdiği için,
Sevgili Halise Baydar, bağırarak konuşmanın ne anlama geldiğini gösterdiği için,
Sevgili Zerrin Zık, egoyu yumuşatmanın yolunu öğrettiği için,
Sevgili Funda Hasçelik, para ile ilgili dersler için,
Sevgili Sibel Kavunoğlu, paylaşmanın değerini öğrettiği için,
Sevgili lise arkadaşlarım, yıllar sonra buluşmanın, bir şeyler paylaşmanın ve destek olmanın güzelliğini gösterdikleri için,
Sevgili Esra Gökçe, her şey para değildir, arkadaşlık önde gelir dediği ve evrenden bir hediye olarak verdiği dersler için,
Sevgili babaannem, din konusunda nasıl özgür olunacağını öğrettiği için,
Sevgili anneannem, kocakarı ilaçları ve daha önce farkedemediğim, enerji işleriyle beni tanıştırdığı için,
Sevgili Demet Türksoy, en zor durumlarda bile aslında insanın hayata tutunmasını ve güvenmesini sağlayan bir şeylerin olduğunu gösterdiği için,
Sevgili Ayşen Üstünay, evimde nasıl daha az dağınık, nasıl daha düzenli olurum dersi için teşekkürler...
Ve şu anda buraya sığdıramadığım tüm sevgili hayat öğretmenlerim, hepinizin öğretmenler günü kutlu olsun ve öğretmenim olduğunuz için teşekkür ederim.
Bu yazıları yazabilmem için ilk emeği veren rahmetli Kayıhan öğretmene, aile dostumuz da olan Emine öğretmene, aklımdan geçenleri hemen yazmamı sağlayan Hr. Hofmüller'e, savaş yıllarında esir düşmüş olan ve sınıfta hepimize kırbaçsız çalışmanın önemini işleyen Hr. Ammicht'e, Almanca'yı iyi öğrenmemi sağlayan Fr. Ammicht'e, değerli Atatürkçü öğretmen rahmetli Türkel Minibaş'a,kafasına koyduğunu yapabilmenin nasıl bir şey olduğunu gösteren rahmetli Türkan Saylan'a,  edebiyat dersini bana sevdiren rahmetli Mahmedet hocaya derin saygı ve sevgilerimle...
Veeeeeee özgür yaşamayı, mantığımızı kullanmayı öğreten, bir ilke uğruna nelerin göze alınabileceğini gösteren , yaptıklarını her düşündüğümde hafsalamın almadığı en büyük öğretmen Atatürk'e en derin saygı ve sevgimle...
Hepinizin öğretmenler günü kutlu olsun...
Ben kimlere öğretmenlik yaptım acaba? Acaba bir kutlamayı hak ettim mi? :-)

20 Kasım 2010 Cumartesi

Yeni çağın hastalığı...

Haftanın beş günü, sekiz saatim açık bir ofiste çalışmakla geçiyor. Herkes telefonda konuşuyor, herkes birbirine sesleniyor, herkes bir şekilde sinirleniyor, bağırıyor, gülüyor, çemkiriyor, fırça atıyor, kızıyor...
Bu kadar dağınık bir ortamda insanın dağılması da çok kolay oluyor. Kolayca konsantrasyonunuz bozuluyor, kolayca bir sonraki dakika için planınızı unutabiliyor, kolayca biraz önce ne düşündüğünüzü unutuyor, kolayca elinizde telefon çalarken nereyi aradığınızı karıştırabiliyor, kolayca masanın üstüne koyduğunuz cep telefonunuzu mouse niyetine kullanabiliyorsunuz.
Tam bir maile konsantre olmuşken, şefim büronun diğer yanından bağırıp, Wibke'nin 45125 ile ilgili mailine cevap verdin mi diye sorabilir ve anında benden cevap bekler. Ben kafamda 45125 çekmecesini açar, içinden maili çıkartır, okur, değerlendirir, ne istediğini hatırlar ve cevap verip vermediğimi, ardından da verdiysem ne cevap verdiğimi hatırlar ve tek cümlede özetlerim. Sanırım bu durumu atalarımız leb demeden leblebiyi anlama meziyeti olarak tanımlamışlar. Leb'i anlayamayıp, leblebiyi duyduktan sonra, bizim şirkette artık algısı yavaşlamışlar bölümünde yer alırsınız. Hızlı yaşamak, hızlı çalışmak, hızlı bitirmek zorundayız.
Faks yazdığımız dönemlerde işleri nasıl bitiriyorduk acaba? Faksları elimizle yazardık, bir kaç faksı bir arada yazardık, sonra onları toplar, faks makinesinin yanına götürürdük. Fakslarımız çekilirken, gelen faksları alır, yerimize gider, onları okur, üstlerinde çalışırdık. O zaman işler biterdi, ama şimdi bitmiyor. Bir solukta en az üç işi bitiremezsek olmuyor.
Bu kadar hızlı çalışıp, bu kadar çok işi bir arada bitirmeye çalışmanın yan etkileri evde kendini göstermeye başladı bir süre önce.
Yaptığım alışverişin poşetlerini boşaltırken, birdenbire bir gün kendimi şu şekilde buldum:
Tuvalet kağıdını mutfağa götürürken elimdeki diş fırçalarını girişteki masanın üstüne dizmişim, mutfakta birden ayılarak tuvalet kağıdını banyoya götürürken, konsolun üstündeki tozu almak için, elimdeki her şeyi bırakıp gidip toz bezini alıyorum. Çamaşır makinesinin yanındaki dolaptaki toz bezine tam ulaşacağım, o sırada gözüm kızımın odasındaki kirlilere takılıyor, kirlileri toplayıp kirli sepetine götürürken canım kahve çekiyor ve mutfağa gidiyorum.
Son zamanlarda buna benzer sahneleri fazlasıyla yaşamaya başladım. Bir işi bitirmek için gitmem ve dönmem gereken odadan ya bir türlü çıkamıyorum ya da oradaki işin bir ucundan tutup ancak çıkabiliyorum.
Bunun tek nedeni yeni çağın hastalığı: Zihin dağınıklığı...
Bir konuşma sırasında artık çocukların konsantrasyon süresinin 12 saniye olduğunu öğrendim. 12 dakika değil, 12 saniye... Bir dakika bile değil...
Sadece ve sadece uyaranların bu kadar çok olmasının başka ne tür bir sonucu olabilirdi ki?
Başımızı her çevirdiğimizde bir reklam, dönen, giden, duran bir takım yazılar, şekiller, semboller, kişiler...
Tam giden otobüsün üstündeki reklamı okurken, yanından bir taksi geçiyor, oooooow, ne kadar ilginç... hmmm, güzel reklam diye düşünürken pat, bir panoda ışıklar yanıp sönmeye başlıyor, aaa saat ne kadar ilerlemiş, aaaa demek dışarıda hava şu kadar derece derken, oooffff, şu kolyeden bende de olsa ne güzel olur..
Of, yeter, bir durun diye bağırmak istedim bir gün bunu farkettikten sonra. İstedim ki, bütün dünya bir anlığına dursun ve herkes masallardaki gibi donsun kalsın. Sadece kalsın, kal gelsin artık!
Bazen işte çok sinirlendiğimde beynim kafamın içinde büyüdü, derim. Evet, gerçekten de öyle hissederim, çünkü artık beynimin her hücresi dolmuştur, suyu çeken bir sünger gibi çevredeki tüm uyaranları çekmiştir ve ben bunu taşıyamaz duruma gelmişimdir.
Bu tempoya alışmış insanlar için durmak artık olanaksız hale geliyor, sadece durmak unutulmuş ve bir türlü hatırlanamayan bir anı gibi bir durum oluyor.
Ama ben artık durmak istiyorum, ben artık yavaş yaşamak istiyorum. Ben artık ihtiyaçlarım ve isteklerim arasındaki farkı anlamak, bilmek ve bunu hayatıma geçirmek istiyorum. İstiyorum ki, artık hayatımı uyaranlar değil, ben yöneteyim. Ben artık hayatımın efendisi olayım, uyaranların kölesi değil.
Ben artık kendim olmak istiyorum, uyaranların yarattığı ben değil.
Ben artık ruhumun sesini duymak istiyorum, iç sesimi duymak istiyorum, uyaranların sesini değil.
Çok şey mi istiyorum?

18 Kasım 2010 Perşembe

Aman Allahım, ben evde mi kalacağım?

Ben çalışmayı seviyorum. Yıllardır çalışıyorum. Evde kalmak zorunda kaldığım hastalık günlerimde ya da evde geçirmeyi seçtiğim izin günlerimde en sevdiğim şeylerden biri televizyonda film seyretmek... Bazen de film biter ve arkasından başka kanala zaplarken bir kanalda kalıveririm.
Dün de öyle oldu, kendime biraz reiki vereyim diye çektiğim işkencenin haddi hesabı yok.
Çünkü televizyona bakarken birden bir evlilik programı başladı... bayramın ikinci günü... canlı yayın...
Canlı yayın demek, o sırada o insanların orada olması demek...Bazı programlar için mantıklı ve olması gereken bir durumdur, özellikle konukların söylediklerinin montajlanmaması gerekiyorsa...
Ama bayramda, insanların yakınlarını ziyaret edecekleri bir günde canlı yayın yapmanın ne anlamı var?
Haydi, insanlar canlı yayın yapmak istedi, oraya gidenler neden bir bayram gününde oraya gitmeyi seçerler?
Bir müzik, bir canlılık, bir göbek atma, bir ıslık, bir çığlık, nasıl eğleniyorlar! Andy Warhol'un toz olmuş kemikleri gülüyor, herkes 15 dakikalığına ünlü olmayı başarıyor artık. Dünün yıldızı, üstünde kırmızı bir t-shirt, onun üstünde mavi,  kocaman bir düğmeyle tutturulmuş mor bir bolero giymiş, kendinden geçmiş gibi göbek atan bir kadındı, varsın adı olmasın, o ünlü oldu.
Evlenme isteğiyle, seçilmiş koltuklara oturanların yaş profilleri ve durumları ayrı bir korkunçluk arzediyordu. 22 yaşında bir bayan, 25 yaşında bir erkek, 27 yaşında bir erkek, 33 yaşında bir bayan ve biraz daha yukarısı...
25 yaşında bir erkek ne yaşamıştır ki, ne kadar un elemiştir ki, hemen eleğini asmak ister? Ya da 22 yaşındaki kadının evlenmekten başka bir amacı mı kalmamıştır bu hayatta?
Ben dumur içinde, elim böğrümde kalakaldım.
Hele de Konya'dan katılan ve acı çeken, iki evlilik geçirmiş, üçüncü evliliği için koca aramaya gelmiş kadın çenemin karnıma kadar inmesini sağladı. Kadın acı çekiyordu, çünkü ilk defa bir bayramı oğlundan ayrı geçiriyordu... Neden? Oğlunun hiç tanımadığı, hatta kendinin de hiç tanımadığı bir adamı bulmak, 70 milyonun gözü önünde buluşmak için...
Herkes bayramı 'bütün İslam aleminin kurban bayramı kutlu olsun' şeklinde büyük bir vakurla kutladı. Neyse, haksızlık etmişim, aslında onlar sadece yakınlarının değil, bütün İslam aleminin (düşünün büyüklüğü) bayramını kutlamak için televizyona çıkmışlar.
Evlenmemek dünyanın sonu mudur? Kendini tanımayan, hayatını başkalarının sırtına, omzuna dayanarak sürdürmeye çalışan insanların evliliği ne kadar sağlıklı olabilir? Madem evli olmak istiyorsunuz, o zaman niye boşanıyorsun iki kocadan da? Bu evlilikler neden sürmüyor, benim buradaki rolüm, hatam neydi diye niye sorgulamıyorsun? Neden çocuğun için bir şeyler yapmak yerine sadece evlilik, evlilik diye tutturuyorsun?
Bir arkadaşımla şokumu paylaştığımda, bir süre sonra alışıyorsun ve gülmek için izliyorsun dedi.
Allahım, gülmek istemiyorum. Ben alışmak istemiyorum.
O kadınlar ki, Kurtuluş Savaşı'nda evlerini bırakıp cepheye silah taşıdılar, o kadınlar ki çocuk doğuruyorlar, o kadınlar ki çocuk yetiştiriyorlar... Bu kadınlar ne yapıyorlar? Nasıl çocuk yetiştiriyorlar?
Çocuk yetiştirmek sadece bir çocuk yetiştirmek değildir. Çocuk büyütmek geleceğini yaratmaktır. O çocuğun hayatını yaratmaktır, ileride birlikteliklerinin tohumunu atmaktır, geleceğin geleceğini yaratmaktır, torunlarını sevmektir.
Bir ülkenin geleceği aslında kadınların elindedir.
Ama neler oluyor şimdi?
Sistem yürüsün diye evlilik pompalanıyor, evli olmayan ikinci sınıf vatandaş sayılacak korkusuyla, televizyon ekranında bekarlık ya da dulluk hastalığına ilaç aranıyor.
İşte aslında sadece evlilik değil olay, biz sadece görüneni görmeyi seviyoruz, çünkü düşünmek yoruyor. Bu programların arkasında insanların düşünmesini engellemek, insanların enerjisini düşürerek yönetmek, geleceği yok etmek var.
Bilmem, yanlış mı düşünüyorum?
Bir de eklemem gereken şey, programın başında çalan ve eşliğinde göbek atılan şarkılardan birinin sözleri şöyleydi:
Asmalarda üzüm, yosmalarda gözüm.... yapacağım çapkınlık...
Yani kısaca evlenirim, ama yola devam...

Transformalnefes hayatınıza ne getirir?

Bebeklerin doğduklarında nasıl nefes aldıklarına bakın, kedilerin ve köpeklerin nefeslerine dikkat edin.
Bebekler doğduklarında nasıl doğru nefes alınır, çok iyi biliyorlar, hayvanlar da öyle. Zaman içinde bebekler büyüyor, değişik deneyimlerden geçiyorlar, hatalar  yapıyorlar.  Çevreleri  tarafından, anne babaları tarafından, arkadaşları, kardeşleri, öğretmenleri tarafından değişik şekillerde eğitime tabii tutuluyorlar.Anne kızgın olduğunda bağırıyor, çocuk nefesini tutuyor. Öğretmen ödevini  tam yapmayan çocuğu arkadaşlarının yanında deşifre ediyor, çocuk nefesini tutuyor. Babanın otoritesi çocuğun üstünde baskı kuruyor, çocuk nefesini tutuyor. Arkadaşları dalga geçecek bir şey buluyor, çocuk nefesini tutuyor.
Tutulan her nefes hayatımızda bir blokaj yaratıyor. Hayatımızdaki her blokaj yapmak istediklerimizin, potansiyellerimizin, başarılarımızın önünde bir bariyer oluşturuyor. Kısaca tuttuğumuz her nefesle bir kısırdöngü yaratıyoruz. Farkında olmadığımız, farkındalığına gelmediğimiz takdirde, kullanamadığımız potansiyellerimiz üzerimizde bir yük oluşturmaya başlıyor, çünkü hepimiz bu dünyaya hayat amaçlarını bulmaya ve onları yaşamaya gelmiş ruhlarız. Hayat amacını bulamamış insanlar ellerinde dümeni, yelkenlerini rüzgara doğru iyi yönlendirememiş gemilerinde bir oraya bir buraya yalpalayıp duruyorlar.
Nefesimizi düzgün ve doğru aldığımızda oksijenden daha fazla yararlanıyor, toksinleri bedenimizden daha kolay atıyoruz;  yapılan araştırmalarda bedenimizdeki toksinlerin %70’inin nefes alıp verirken atıldığı kanıtlanmış.  Toksinleri atılmış bir zihinde kötü tohumlu düşüncelerin kök salması da pek mümkün olmuyor. Bu durumda sadece nefesle bedenimizi daha canlı, düşüncelerimizi daha temiz tutabildiğimizin ne kadar kolay olduğunu görebiliriz, ancak farkında olmadığımız takdirde nefesimizin nasıl olduğunu hiç fark etmeden yıllar geçirebiliriz.
Hepimiz nefes alıyoruz, nefes almayı kestikten sonraki  üçüncü dakikada ölmeye başlayacağımızı biliyoruz. İşte bu yüzden de hiç fark etmeden her an yaptığımız bu otomatik ve içgüdüsel davranışın ne kadar değerli olduğunun farkında değiliz, sadece nefes almanın yeterli olduğunu düşünüyor, ama nasıl olması gerektiği ya da nasıl nefes alıyorsak öyle yaşamanın ne anlama geldiğini hiç bilmiyoruz.
Nefes alırken göğsünüz mü kalkıyor yoksa karnınız mı şişiyor? Nefesinizi tutuyor musunuz, nefesiniz kesiliyor mu? O zaman öncelikle fiziksel olarak nefesinizi düzeltmeniz gerekiyor.
Hayatınızda sürekli tekrarlanan hatalar, blokajlar, olaylar, sonuçlar var mı?  Bir işi tam bitirecekken birdenbire bir şey oluyor da, işiniz sonuçlanmıyor mu? Bir türlü yeni alınması gereken kararlarda kendinize güveninizi kaybediyor, sorumluluğu başkalarına mı bırakıyorsunuz? Hayatınızdaki her şeyi ve herkesi kontrol etmeniz gerektiğini, kontrol etmezseniz dünyanın sonunun geleceğini mi düşünüyorsunuz? Ve bunlara benzer şeyler yaşıyorsanız, nefesin sizi duygusal seviyede yükseltmesine ihtiyaç duyuyorsunuzdur büyük olasılıkla.
İç sesinizi duyuyor musunuz? Sezgileriniz, içgörülerinizle aranız nasıl? Bedeninizde bir ruhunuz olduğunuzun farkında mısınız ve ruhunuzla iletişime geçmek nasıl bir deneyim, bilmek ister misiniz? Nefes sizi ruhunuzla iletişime geçirmek için en güzel yollardan biri.
Çoğumuz hayatta bazı şeylere ulaşmanın, zengin olmanın, sevgiyi bulmanın çok zor olduğunu düşünüyoruz, ‘değişemem’, ‘can çıkar, huy çıkmaz’, ‘insan yedisinde neyse, yetmişinde de odur’ mottoları altında şu anda nasılsak, o şekilde yaşamaya mahkum ediyoruz kendimizi.
Sadece nefesimizi düzenleyerek, zaten bir oyun olan, ama çok ciddiye aldığımız hayatımızı nasıl keyifle yaşayabileceğimizi çok kolayca görebiliriz.

17 Kasım 2010 Çarşamba

bugün detoks günü...

Bugün karaciğer detoksu yapmaya niyet ettim. İngiliz tuzu çözeltisini içmem gerekiyor. İki gündür  bu yüzden kıvranıyorum. Tadı o kadar kötü ki... Bir de üstüne ishal olma durumu var, ama dökülen taşları görmek muhteşem bir duygu.
Karaciğerde öfke depolanıyor. Onca, yüzlerce, milyonlarca karaciğer ameliyatlarını düşünürsek, insanların ne kadar öfkeli, öfkelerinin ne boyutlarda olduğunu da görebiliriz.
Ben de yıllarca öfkemi içimde tuttum, arada düdüklü tencere gibi dışarıya fısladım, ama ifadesi bastırılmış bir şekilde öfkesini tam ifade edemeyen, istediği gibi ifade etmediğinde daha da öfkelenen biri olarak hiçbir yerinde çatlağı olmayan bir kısırdöngünün içinde yıllarca döndüm durdum.
Bir reklamda 'kontrolsüz güç, güç değildir' cümlesi beni kendime getirdi. Eğer öfkemi kanalize edemiyorsam ve onun esiri oluyorsam, gücümü kullanmıyorum demektir ve bir yerde aslında öfkenin esiriyim demektir.
Esaret beni irite şeylerden oldu her zaman. O yüzden Kurtuluş Savaşı'nın her konuşulduğu anda gözlerim yaşarır, her Cumhuriyet Bayramı kutlamasında ağlarım. İşte bu yüzden kendi kurtuluş savaşımı başlattım.
İlk başlarda sadece ifademi kullanmak gerektiği için çok zorlandım. Ama şimdi cümlelerimi daha sakin ve net kuruyor, kendimi ifade ettikçe hafifliyorum.
Bir arkadaşım 'tesadüf'le beni aradı ve karaciğer detoksunu duyunca, işte benim de yapmak istediğim şey bu, diyerek bana gelmeyi önerdi. Ben de bu şekilde İngiliz tuzunu içerken bana psikolojik destek verecek birini bulmuş oldum. Şimdi tek sorun tuvaleti kısa sürede terk etmek.
Niyet alınca her şey o kadar da güzel düzenleniyor ki, biz istedik bir göz, Allah verdi iki göz gibi bir durum.
Teşekkürler sevgili evren...

16 Kasım 2010 Salı

ben seni sevmişim ya...

Şimdi ben seni sevmişim ya, iyi bok yemişim. Seni bir halt sanmışım, seni yüksek yerlere koymuşum, haltetmişim. İçi boş çuvalı bir yerlere dayamışım, en çok da kendime dayamışım, o düşmeye durmuş, ama durdurmamışım. Hala inatla bir şeyler sanmaya devam etmişim ya, iyi bok yemişim.
Bir hayali sevmenin binbir yolu vardır, geleceğinin hayali, bir şeye sahip olduğunun hayali, bir kişinin hayali, zenginlik hayali...
Ben seni hayal ettim, seni değil aslında, senin karakterini hayal ettim, seni çamurdan yarattım, hamurunu yaptım, yoğurdum. Sen o hamur değildin, sen yoğrulmak istemiyordun, ben yaparım sandım. İyi bok yedim.
Hep varsayımlar üzerine kurdum, varsayımları gerçeklerim sandım, gerçek nedir ki aslında? Koskoca bir illüzyon... İllüzyon içinde gerçeklik ya da kendini kandırmak, ne farkı var ki?
Bir şeyleri fark eder gibi olduğumda aptala yattım, karşılacaklarım canımı acıtacaktı, tüm hayallerimi iskambil kulelerin bir üfürükte yıkılması gibi yıkacaktı, nasıl katlanacaktım onca hayalkırıklığına? Ya  da katlanabilecek miydim?
Yıllarca üst üste yığdım, görmediklerimi, görmek istemediklerimi. O kadar çok yığdım ki, altında iki büklüm kaldım, belim ağrıdığında,azıcık sırtımı yükseltmek istediğimde zaten her şey yıkıldı, kendiliğinden ve kendinden yıkıldı...
Bitti... Bitmez dediğim, ne olursa olsun sürecek dediğim, kendime konduramadığım her şey bitti.
Her bitiş bir başlangıç, her ölüm bir doğum...Küllerinden doğmak nedir, öğrendim ben. Küllerimi kendi çamurum yaptım, yoğurdum kendimi. Her gün bir rötuş, Camille Claudel'in Rodin'e aşkı gibi seviyorum kendimi, deli deli, kimsenin anlayamadığı gibi... Bıraktım artık geçmişi, miş'li değil artık hayatım.
Geçti artık, bir tabutun içine girdi eski ben. Gömdüm onu, üstüne attım anılarımı, anılarımın altında kaldı.
Ben şimdi seni sevmişim ya, iyi bok yemişim.
Zaman geçti, sular aktı, tertemiz oldum yine ben.
Ben seni sevmişim ya, artık kendimi seviyorum. Bok da yemiyorum artık.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Bayram...

Yarın bayram... Bu yıl çalışan insanların sabırsızlıkla beklediği, izin alma zorunluluğu olmadan bir hafta izin yapacakları zaman geldi. Öncesinde işler bitirilmeye çalışıldı, hele de zamanla yarışınca ve yurtdışıyla çalışılınca, stres ikiye, üçe, beşe katlanıyor.
Çocukken bayramlar, öncesinde alışveriş stresi yaşanan zamanlardı, hatta sabahları hemen iyilebilsin diye bayramlıklar yatağın kenarına konurdu. Bayramın en büyük eğlencesi lunaparka gitmek, tarafımdan en korkulanı da mantar tabancalardı. Tabii ki mendil arası toplanan harçlıklar artan bir prestij göstergesiydi. Büyükler içinse, bayramlar  uzun süredir ziyaret edilmemiş aile büyüklerinin ziyaret edilmesi, içilen çaylar, ikramlar, yemekler ve bunların hazırlıkları anlamına geliyordu.
Şimdi ise bayramlar sadece izin kullanılan ve tatile gidilen günler anlamına geliyor. Kadınların çalışmaya başlamasının başka sonuçlarından birisi daha... Kadınlar ne yapsın? Trafikle boğuş, işle boğuş, insanlarla boğuş, çocukların dersleriyle, kocanın gömlekleriyle, alışverişle, temizlik düzeniyle, çocukların organizasyonuyla boğuş... Tabii ki üstüne kimse bir de izin yapılabilen günleri misafir ağırlamakla geçirmek istemiyor. Bir yerde evet haklıyız, güne uyduk, ama bir yerde de geleneklerimizi kaybediyor, çocuklarımıza örnek olamıyoruz.
Ben genelde bayramları evde tek başıma geçirmeyi seviyorum. Evin tadını çıkartmak, yatmak, uyumak, evi temizlemek, düzenlemek ve evin dibine kadar keyfini çıkartmak... Annemi babamı ziyarete gittikten sonra, kendimle kalmayı seçiyorum.
Bu bayram tatilinde de kızımı babasıyla gönderdim. İşin iyi tarafı yalnız kalabilmek ve onun saatlerine göre yaşamak zorunda kalmadan özgürlüğü ve spontanlığı tatmak, kötü tarafı ise evde yalnız olmak ve nefes eksikliği...
Kızım  biraz daha küçüktü ve inatla büyüdüğünde de benimle yaşayacağını, benim sevgilim olacağını, beni hiç yalnız bırakmayacağını tekrarlayıp duruyordu, çünkü en büyük korkusu benim bir sevgilim olması, dolayısıyla onu terk etmemdi. Şimdi arkadaşlarıyla gezecek kadar büyüdü, arkasına bakmadan dışarı çıkabilecek yaşa geldi ve artık benim bir sevgilim olması zamanı geldi, onun dışarıya çıkmasına izin verirsem o da benim bir sevgilim olmasına izin verecekmiş. :-)
Ben yalnızım, kızım babasıyla... tatilde... gitti, sadece bir kez yanağımdan öptükten sonra... ve beni aramadı... aradan bir gün geçti, aramadı... ikinci gün bitiyor, aramadı...
Hmmm, bir ara şarjım bitmiş ve aranmışım, ulaşılamamışım. Sonra bir mesaj gelmiş, anne benim laptopumun şifresi ne, babam yanımda değil, neden açmıyorsun telefonu?...
E be kızım, önce gittiğinden yerden arayacaksın, anne biz geldik, merak etme diyeceksin, anne nasılsın diye hatırımı soracaksın... Sonra şifreni öğrenmeye hak kazanacaksın.
Yarın bayram için aramazsan bittin zaten. Babana şifreyi öğrenebilmesi için bir hacker tutturursun artık.
Ne yapayım, gaddarım biraz ben. :-)

14 Kasım 2010 Pazar

Sahilde tek başına...

Ben akşamları dışarıda olmayı fazla sevmem, ya da sevmezdim diyelim. Akşamları evimin sıcaklığında ve güvenli bir ortamda olmak bana iyi geliyor.
Erol Evgin'in şarkısındaki gibi 'evlerin ışıkları bir bir yanarken, sen gel, bir de bana sor'...
Kasım'ın gereği güneş erken battı ve karanlık erken çöktü. Otobüse atladım ve Ortaköy'e gittim. Hiçbir amacım olmadan bir yerlere gitmek beni mutlu ediyor, hele de bir toplu taşıma aracındaysam kendimi hiç bilmediğim bir şehirde turistmişim gibi hissediyorum.
Ortaköy'de sahilde kısa bir turdan sonra kumpir alıp yürüyüşe başladım. Sakin kaldırımlar, boş parkların yanından geçtim ve elimdeki kumpiri tam bir çöp tenekesinin yanından geçerken bitirdim. Çöpü elimde fazla taşımamak çok iyi geldi doğrusu.
Teknelerin kaldırım kenarını kapladığı ve denizin hiç görünmediği yerlerden sonra olta balıkçılarının konuşlandığı sahil bölgesi başladı. Oltalar ve aksesuarları çok gelişmiş, oltaların ucunda yeşil ışıklı uçlar var, sanırım oradan oltaya balık vurup vurmadığını karanlıkta kolayca görebiliyorsunuz. Oltalar tripod benzeri bir ayağın üstüne konuyor, yanyana dört tane olta koyabilirsiniz bu ayaklara. Oltaların başındaki erkeklerin ilginç bir profili var, hepsi dikkatini oltaya vermiş, sadece balık konuşuyorlar neredeyse. Ellerinde genelde teneke biralar ya da çekirdek pakedi var. Oldukları yerlerin çoğu çekirdek kabuklarıyla kaplı. Hallerinden çok memnun oldukları hissini veriyorlar, o kadar sakin, o kadar dingin oturuyorlar ki oltaların başında, yanlarından geçen kimseyle ilgilenmiyorlar, tüm dikkatleri denizde ve denizden çıkması beklenen balıklarda... Hangi boyda bir balık tutacaklarını biliyorlar mı, bilmiyorum, ne kadar bekleyeceklerini bilip bilmediklerini de bilmiyorum, ancak bir tür meditasyon yaptıklarından eminim.
Sahilde tek başına yürümenin en güzel yanı, hiç görülmeyenleri, dikkati çekmeyenleri görebilmek,farkedebilmek... 41 yıldır İstanbul'da yaşayan ben ilk defa Rumelihisarı'nın bir duvarında bir aslan kafası heykeli farkettim.
Denizin dinginliği, insanların koşuşturmadan yürümeleri, birbirine sarılmış çiftler, balıkçılar ve her şeye dışarıdan bakan ben...
İki dudağını büzüp, hüüüüüüüp sesini çıkartırken nefesini içine çeker gibi bedenimi küçülttüğümü varsaydım, dünyada fiziken varolmadığımı, herkese dışarıdan baktığımı.... Sadece baktım, baktım, baktım...
Kocaman pencereli evlerin önünden geçtim. Işıkları yanan evler, içlerinde değişik hayatları barındıran evler, duvarları her şeye tanık olan evler... Kimler var oralarda, neler var?
Bunların cevabını bulamadan eve geldim, zaten kim bulabilmiş ki?

13 Kasım 2010 Cumartesi

Sanat dediğimiz şey...

Size sanat nedir diye sorduğumda cevabı vermeniz çok kolaydır:

Müzik sanattır; sanat sinemadır, resim, fotoğraf, dans sanattır. Aslında çoğu kişinin aklına gelmeyen ve tüm bunları kapsayan ve herkesin kendi çapında icra ettiği en büyük sanat, yaşama sanatıdır.

Uçan kuşun süzülüşünü farketmek sanattır. Deniz kenarında suya bakmak ve gerçekten sadece suya bakmak sanattır. Sabah güneşin doğuşunu farketmek ve tadını çıkartmak, güneş ışıklarında yıkanmak sanattır. Bunları tuvale yansıtan ressam ne kadar sanatçıysa, siz de bunları yaşarken o kadar sanatçısınız.

Gündelik hayat içinde korna sesleri, ezan sesleri, esnafın sesleri, çocuğuna seslenen annenin sesi... Ara ara rahatsız olduğunuz, ara ara sizi kendinize getiren sesler... Klasik müzik mi, arabesk mi, halk müziği mi, sanat müziği mi, hangisini seçersiniz? Ya içinizden geldiği gibi ıslık çalarsanız...

Bir göz kırpmak kadar yaşamımız var aslında, sadece bir anlık... İşte sadece deklanşöre basmak... O zaman ne farkınız var hayatın içindeki ayrıntıları çeken bir fotoğrafçıdan? Cevap sadece bakmak olabilir mi? :-)

Bu akşam sahilde yürüyüş yaptım, pastırma yazının başladığı Kasım akşamında sahilde balık tutan onlarca insan vardı, oturmuş sakince, oltaya bağlı olan misinanın en ufak hareketine odaklanmış yaşam sanatçıları gördüm. Anın güzelliğinde kalmış, farkında olmadan meditasyon yapanlar, arkadaşıyla sohbet edip hobisini paylaşanlar, kolunu sevgilisinin omzuna atmış, balık tutmayı paylaşanlar... O sırada yaşamı ne kadar zorlaştırdığımızı farkettim. Hep daha fazlası olsun, hep daha iyisi olsun diye uğraşırken yaşama sanatını kaçırıyoruz.

İçinizdeki sanatçıya izin verin, dışarı çıksın, yaşama sanatını icra edenlerden olun.

4 Kasım 2010 Perşembe

sisten görünmeyen karanlık...

Sis denilen şey aslında su damlacıklarının havada asılı kalmasıymış. Geçen gece de çok fazla sis vardı.
Sabah kalkınca kızım, gece öyle çok sis vardı ki, karanlık bile görünmüyordu, dedi.
Hani böyle sözcükler vardır, cümleler vardır, söylenen sözcüklerinde altında katmanlar vardır, hep daha derine ve daha derine gidebilirsiniz.
Benim için bu cümle de böyle bir etki yaptı, sis ve karanlık, gecenin içinde karanlığı görememe...
Eğer hayata bir sis içinde ya da sisin bir tarafından bakıyorsanız, farkındalıkları yaşamanız, bir şeyleri fark etmeniz çok zor olur, çünkü zaten önünüzü bile göremeyecek durumdasınızdır. Eh, o zaman da nasıl kendinizi, hatalarınızı nasıl görür, hayatınızda neleri değiştirmek istediğinizi nasıl görebilirsiniz?
Bunları görmek için karanlığın, içinizdeki karanlıkların farkına varmanız gerekir.
Sislenme aynı zamanda bir şeylerin üstünü örter. Sis içindeyken kendinizden kaçmanız, karanlıktan kaçınmanız çok kolay olur. Hem sisten şikayet eder, nefes alamıyorum dersiniz, ama sisi yarıp geçecek gücün içinizde olduğunu farkedemeyebilirsiniz.
Kafanızın içi sisliyse, net düşünemezsiniz, zihninizi netleştiremezsiniz. Böyle olunca kırk tilkinin dolaşıp da kuyruklarının birbirine değmediği bir park gibi olan beyniniz gereğinden fazla yorulur.



Neyse ki, sisin de bir bitme dönemi, güneşin ışıklarını gönderdiği günler gelir. Işığın olduğu yerde karanlığın olmaması gibi, düşüncelerimizi aydınlatabiliriz, ama önce karanlıkla karşılaşmalıyız, aslında doğru söylemek gerekirse karanlığı görmeliyiz. İçimizdeki karanlıkları farkettikçe, karanlık yokolmaya başlar, çünkü aslında karanlık ışığın olmaması, yok olmasıdır, karanlık farkedildiği ancak ışık var olmaya başlar... İşte aydınlanma denilen ve çoğumuzun gözümüzde büyüttüğü şey budur...
Yarın Hindistan'da Işık Festivali kutlanıyor, siz de bu gece evinizin ışıklarını açık bırakın, bırakın ışık içinizi aydınlatsın, karanlıklarınızla karşılaşın, onları kutsayın ve ışığa yollayın.

"En büyük korkumuz ne kadar küçük olduğumuzu bilmek değildir.En büyük korkumuz ne kadar büyük olduğumuzun farkına varmaktır.Bizi korkutan karanlığımız değil ışığımızdır.Yanıtından korktuğumuz soru şudur;Ben kimim ki bu kadar harika, yetenekli ve güçlü olabileyim?Sen Evren'in, Tanrı'nın çocuğusun.
Küçük oynaman dünyaya hizmet etmez.
Başka insanlar, yanında kendilerini güvende hissetsin diye,
küçük oynamanın hiçbir yüceliği yok.

İçimizdeki Tanrı'nın yüceliğini yansıtmak için dünyaya geldik.Sadece bazılarımız değil; herbirimiz.
 
Kendi ışığımızın parlamasına izin verdiğimizde başkalarının da ışıklarını yaymalarına izin veririz.
Korkularımızdan özgürleştikçe varlığımız diğer insanları da özgürleştirir.
"


Marianne WILLIAMSON

3 Kasım 2010 Çarşamba

bugün bunları yaptım...

Sabah telefonun alarmıyla uyandım, kaloriferi yaktım. Tabii ki, odun ya da kömür taşımak zorunda değilim, sobayı tutuşturmak zorunda değilim. Sadece yuvarlak bir düğmeyi çevirdim. Sonra telefonun saatini 20 dakika sonraya ayarladım ve tekrar yattım, kendimi sıcacık yorganın altına yayıverdim.
Alarmın sesiyle artık kendimi iyice uyandırmam gerekiyordu. Kalkıp alarmı kapattım ve yüzümü yıkadım, kremlerimi süründüm ve yüzüme masaj yaptım, göz kapaklarımı yanlara doğru çekip göz kapaklarım için jimnastik yaptım.
Mutfakta küçük bir tencereye dün akşam pişmiş yayla çorbasından koydum ve altını yaktım.
Kızımın odasına gidip, haydi uyan artık dedim. Neyse ki, çabuk uyanan bir kızım var.
O yavaşça banyoya doğru giderken giyindim.
O giyinirken, çorbayı kaselere koyup masaya getirdim.
Kahvaltı niyetine yenen çorbadan sonra tabaklar kalktı, masa toplandı.
Makyajımı yaptım, parfümümü sıktım ve evden çıktım. Kızım servisi daha geç geldiği için evde kaldı.
Minibüse bindim, ücrete zam geldiğini öğrendim.
Sonra arkadaşım beni arabasıyla aldı ve işe gittik.
İşyerine girdikten sonra, bir anda dünya sadece orası oluveriyor. Bilgisayarın önünde geçen zamanlar, üstlere sorunların cevaplarını vermeye çalışılan zamanlar... Kahve molası, yemek arası, çay saati ve toplantılar...
Arada birbirine kızmalar, şakalaşmalar, sorular, yanıtlar, gidip gelmeler ve geçen zaman...
Ah,işte çıkış saati...
Yine trafik, bu sefer biraz yorgunluk, kafada yeni planlar, ne yemek yapılacak, televizyonda hangi programlar var, neler seyredilecek, yarına hava nasıl olacak?
Evin kapısına varıldığında rahatlıyorum, kabuğuma geri döner gibi, korunaklı kalemin güvenli sınırlarında olmanın rahatlığı...
Kapıdan girdikten sonra sanki her şey bitmiş oluyor, başka bir zaman boyutuna geçiyorum. İş kafamdan tümüyle çıkıyor, artık başka biri oluyorum, hem anne hem ev kadını...
Banyo zamanı, suyun üzerimden akarken götürdüğü negatiflikler öyle güzel hafifletiyor ki... Banyodan çıktığımda kendimi yepyeni hissediyorum.
İnternette biraz zaman geçirme, bir şeyler yazma ve biraz televizyon, kızımla ilgilenme, yemek yapmak, yemek yemek, kızımla yatak sohbeti...
İşte bir gün daha bitti.
Bir günde yapacak daha başka şeyler de var, kitap okumak, spora gitmek, sinemaya ya da tiyatroya gitmek, dansa gitmek, arkadaşlarla buluşmak...
Sadece yapılacak tek şey var: Hayatın tadını çıkartmak, geri kalan sadece araç, neyi seçerseniz seçin...