Geçen ayki sayfa görüntüleme sayısı

20 Kasım 2010 Cumartesi

Yeni çağın hastalığı...

Haftanın beş günü, sekiz saatim açık bir ofiste çalışmakla geçiyor. Herkes telefonda konuşuyor, herkes birbirine sesleniyor, herkes bir şekilde sinirleniyor, bağırıyor, gülüyor, çemkiriyor, fırça atıyor, kızıyor...
Bu kadar dağınık bir ortamda insanın dağılması da çok kolay oluyor. Kolayca konsantrasyonunuz bozuluyor, kolayca bir sonraki dakika için planınızı unutabiliyor, kolayca biraz önce ne düşündüğünüzü unutuyor, kolayca elinizde telefon çalarken nereyi aradığınızı karıştırabiliyor, kolayca masanın üstüne koyduğunuz cep telefonunuzu mouse niyetine kullanabiliyorsunuz.
Tam bir maile konsantre olmuşken, şefim büronun diğer yanından bağırıp, Wibke'nin 45125 ile ilgili mailine cevap verdin mi diye sorabilir ve anında benden cevap bekler. Ben kafamda 45125 çekmecesini açar, içinden maili çıkartır, okur, değerlendirir, ne istediğini hatırlar ve cevap verip vermediğimi, ardından da verdiysem ne cevap verdiğimi hatırlar ve tek cümlede özetlerim. Sanırım bu durumu atalarımız leb demeden leblebiyi anlama meziyeti olarak tanımlamışlar. Leb'i anlayamayıp, leblebiyi duyduktan sonra, bizim şirkette artık algısı yavaşlamışlar bölümünde yer alırsınız. Hızlı yaşamak, hızlı çalışmak, hızlı bitirmek zorundayız.
Faks yazdığımız dönemlerde işleri nasıl bitiriyorduk acaba? Faksları elimizle yazardık, bir kaç faksı bir arada yazardık, sonra onları toplar, faks makinesinin yanına götürürdük. Fakslarımız çekilirken, gelen faksları alır, yerimize gider, onları okur, üstlerinde çalışırdık. O zaman işler biterdi, ama şimdi bitmiyor. Bir solukta en az üç işi bitiremezsek olmuyor.
Bu kadar hızlı çalışıp, bu kadar çok işi bir arada bitirmeye çalışmanın yan etkileri evde kendini göstermeye başladı bir süre önce.
Yaptığım alışverişin poşetlerini boşaltırken, birdenbire bir gün kendimi şu şekilde buldum:
Tuvalet kağıdını mutfağa götürürken elimdeki diş fırçalarını girişteki masanın üstüne dizmişim, mutfakta birden ayılarak tuvalet kağıdını banyoya götürürken, konsolun üstündeki tozu almak için, elimdeki her şeyi bırakıp gidip toz bezini alıyorum. Çamaşır makinesinin yanındaki dolaptaki toz bezine tam ulaşacağım, o sırada gözüm kızımın odasındaki kirlilere takılıyor, kirlileri toplayıp kirli sepetine götürürken canım kahve çekiyor ve mutfağa gidiyorum.
Son zamanlarda buna benzer sahneleri fazlasıyla yaşamaya başladım. Bir işi bitirmek için gitmem ve dönmem gereken odadan ya bir türlü çıkamıyorum ya da oradaki işin bir ucundan tutup ancak çıkabiliyorum.
Bunun tek nedeni yeni çağın hastalığı: Zihin dağınıklığı...
Bir konuşma sırasında artık çocukların konsantrasyon süresinin 12 saniye olduğunu öğrendim. 12 dakika değil, 12 saniye... Bir dakika bile değil...
Sadece ve sadece uyaranların bu kadar çok olmasının başka ne tür bir sonucu olabilirdi ki?
Başımızı her çevirdiğimizde bir reklam, dönen, giden, duran bir takım yazılar, şekiller, semboller, kişiler...
Tam giden otobüsün üstündeki reklamı okurken, yanından bir taksi geçiyor, oooooow, ne kadar ilginç... hmmm, güzel reklam diye düşünürken pat, bir panoda ışıklar yanıp sönmeye başlıyor, aaa saat ne kadar ilerlemiş, aaaa demek dışarıda hava şu kadar derece derken, oooffff, şu kolyeden bende de olsa ne güzel olur..
Of, yeter, bir durun diye bağırmak istedim bir gün bunu farkettikten sonra. İstedim ki, bütün dünya bir anlığına dursun ve herkes masallardaki gibi donsun kalsın. Sadece kalsın, kal gelsin artık!
Bazen işte çok sinirlendiğimde beynim kafamın içinde büyüdü, derim. Evet, gerçekten de öyle hissederim, çünkü artık beynimin her hücresi dolmuştur, suyu çeken bir sünger gibi çevredeki tüm uyaranları çekmiştir ve ben bunu taşıyamaz duruma gelmişimdir.
Bu tempoya alışmış insanlar için durmak artık olanaksız hale geliyor, sadece durmak unutulmuş ve bir türlü hatırlanamayan bir anı gibi bir durum oluyor.
Ama ben artık durmak istiyorum, ben artık yavaş yaşamak istiyorum. Ben artık ihtiyaçlarım ve isteklerim arasındaki farkı anlamak, bilmek ve bunu hayatıma geçirmek istiyorum. İstiyorum ki, artık hayatımı uyaranlar değil, ben yöneteyim. Ben artık hayatımın efendisi olayım, uyaranların kölesi değil.
Ben artık kendim olmak istiyorum, uyaranların yarattığı ben değil.
Ben artık ruhumun sesini duymak istiyorum, iç sesimi duymak istiyorum, uyaranların sesini değil.
Çok şey mi istiyorum?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder