Geçen ayki sayfa görüntüleme sayısı

1 Mart 2011 Salı

Almanya macerası

Almanya macerası…
Uzun süredir yurtdışına çıkmamıştım. Avrupa’nın soğukluğunu , temiz ve düzenli binalarından oluşmuş sokaklarında dolaşmayı, sadece ve  sadece yabancı olmayı özlediğim zamanlar geldi. Bir de üstüne ‘ye, dua et, sev’ kitabındaki başını alıp gitmelere olan özentim de baş gösterince, içimdeki biri sürekli ’yurtdııııışııııı, yurtdışııııı’ demeye başlamıştı.
Buyurun size çekim yasası, nasıl da can-ı gönülden istemişim?
Yaptığım iş gereği sürekli renk okeyi vermem gerekiyor. Yıllardır aynı işi yapıyorum. İlk işe girdiğimde beni nasıl olur da yurtdışındaki firma merkezine göndermediler diye sürekli düşünür dururdum. En sonunda bazı sorunlar çıktı ve benim Almanya’ya gitmeme karar verildi. Ben sadece iki gün kalmak isterken, beş gün kalmamın iyi olduğu söylendi  ve ben yıllardır beni davet eden lise arkadaşıma hemen bir mail atıp, heeeey, haftasonu ve hatta izin alırsam pazartesi de olmak üzere bana dayanabilir misin, diye soru silsilelerine başladım. Vee geçen yıldan kalan bir gün iznimi de almaya başardım.  
Pasaportum yıllardır kullanım dışıydı, zaten çipli pasaportlar da çıktı. Önce pasaporta başvurdum. Yurdum bazı olayları aşmış, önce randevu alınıyor. Neyse, bilge şoförümüz Faruk ile gittik. Aman Allahım, bu arada Eminönü artık bir ilçe değil, ben Fatih’e bağlanmışım. Nüfus kağıdını da bu arada, nüfus memurunun engin anlayışıyla öğle tatiline iki dakika kala değiştiriverdim. Neyse, melekler yardımımıza koşmuştu ve pasaport memuresi de öğle tatilinden benim için yedi ve başvuru tamamlandı.
Bu arada şirketten şefim ve bilgisayar dehamız Cevat’ın da aynı dönemde Almanya’da olma durumu vardı… ohhh, çok şükür, yalnız olmayacağım. Uzun süredir görmediğim havaalanı, check in, bagaj kontrolü, öffffff, tek başına hiç çekilmez bir durum…
Bu arada zaman daraldı, acaba pasaport çıkacak mı, vize için de randevu alınması gerekli, her gün bir şeylerin değişikliği geliyor, uçak biletim rezerve edilip edilip uzatılıyor.
Uzun lafın kısası, pasaport geldi, vize Perşembe günü çıktı, Cuma günü vizeli tazecik pasaportum geldi, Cuma günü biletim alındı ve pazartesi öğlen şefim, Cevat ve ben uçaktaydık. Check in sırasında her ne kadar yan yana düşmesek de, yurdumuzun has adamlarından biri benim yanıma oturacağına, Cevat ile yer değiştirmeyi kabul etti, başım üstüne dedi ve üçümüz yan yana sıralandık.
Zaten şefimin peşinde elimde koca kaban, ağır laptop, bir türlü omzuma atamadığım dar askılıklı, ağır çantamla dolanmaktan dilim dışarıda, sırtımda ter damlacıklarıyla pek hoş bir durumda değilken,koltuğa yayılıverdim. Allahtan boyum kısa, her yere kolayca yayılıveriyorum, yaşasın boyum, bedenim ve ben…
Bu arada şirketten bir arkadaş bizden bir gün önce kalacağımız otele yerleşmişti. Getirdiği Türk kahvesi, kahve fincanları, elektrikli cezve, benim getirdiğim şifa taşları, kartlarla akşamları yemekten sonra, parti tadında geçti, bir de yaptığımız yüz maskesi var ki, fotoğrafları görülmeye değer…
Akşamları bir araya gelmesi neredeyse imkansız olan bizlerin sohbetleri,  bir okulda yatılı kalan öğrencilerin konuşmaları tadındaydı.
İş derseniz, amaaaaan, işi takan kim? Yıllar sonra benim nasıl renk baktığımı kontrol ediyorlar… hmmm, bu biraz kızıl, tolerans dahili, ama ben tekrar çalıştırırdım…. Bu biraz mavide, çok kirli duruyor, okey değil…. Yok, bu olmamış, çok sarıda, mavilik gerekli… aslında işi en kolay olan bendim, çünkü şefim ve diğer arkadaşın workshoplara girmesi, Big Boss’un her türlü ruh durumunu çekmeleri gerekiyordu, bu arada workshoplar sırasında bütün firmadaki herkes sandalyelerinde, altlarında elektrik veren çiviler varmış gibi oturuyorlar, ben de görünmez olmayı diliyordum.
Aralarda iş arkadaşlarımızla buluşup, heyyy nasıl gidiyor diye durum raporu alırken bir yandan da, eşek kadar büyük şirkette bir yerden bir yere gidip, gittiğimiz yolları aklımızda tutmaya çalışıyorduk. Uzay üssü Alfa’nın tekstil modeli olan şirkette, bir hafta boyunca çıkış yolunu öğrenemedim, labirent gibiydi.
Almanların Gasthaus dedikleri tarzdan otel-pansiyon arası nitelendirebileceğimiz otelimizden önce şefimiz ayrıldı, sonra bizden önce gelen arkadaş; sonunda bilgisayarcı arkadaş ile ben kaldık. Son akşamımızda yemekten sonra çikolata alışverişine çıktık ve biraz dolaştık. Bulduğumuz en büyük meydanı yavaş yürüyerek bitirmek üç dakikamızı aldı. Bu kadarcık alanda bir tarih müzesi vardı, akşam olduğu için kapalıydı ne yazık ki. Neyse, bir taş, müze, tarih meraklısı ben için orada bulduğumuz, aydınlatılmamış ve karanlıkta ne olduğunu tam olarak göremediğimiz anıt çok heyecan verici oldu. Daha sonra yol kenarında üstünde bir şilt gördüğümüz büyük, devasa taşın yanına gittiğimizde, Commerzbank’ın Steinhagen şubesi tarafından bağışlanmış bir kaya olduğunu anladık. Bağışlanmayı gerektirecek bir özelliğini bulamadık, ama Alman zekasını anlamak zaten benim için pek mümkün olmuyor.  
Ertesi gün otelden ayrıldık, artık Cevat ile de yollarımız ayrılıyordu. Yolculuğun başında ben arkadaşım tarafından otelden alınacak ve o ablasının yanına trenle gidecekken, aslında ben tren bileti aldım ve onu eniştesi otelden aldı. Bu arada benim, son gün tren grevi sorunuyla heyecansız günlerime heyecan geleceğini kim bilebilirdi? Sendikalaşmak isteyen tren makinistlerinin grev yapacağı tuttu. Ben yine en deli halimle melekleri devreye soktum, çaktırmamak için de telaşla, ne yapacağım ben demeye başladım. Tren biletimi almış olan şirketteki tek Türk çalışan kız Ruki, sağolsun,bir sorun çıkması olasılığında beni evine davet etti.
Ruki’nin erkek kardeşi beni alıp Bielefeld’e götürdü, grev hakkında bilgi aldıktan sonra, gidebileceğimizi ve rötarlı durumları öğrenip, bir kahve içimlik zamanımızı değerlendirdik. Yurtdışında yol yordam bilmeyince, insan kendine destek birileri olduğunda ne kadar rahat ve huzurlu olabiliyor…
Hannover’den aktarma yapmam gerekiyordu, gitmem gereken peronu buldum, treni beklemeye başladım ve yandaki perondaki trenin iptal edildiğini öğrendim. Şansıma benim trenim zamanında geldi ve dört saatte Ingolstadt’a geldim.  Bu arada peronda aynı trene binecek olan yaşlı, ama bir Alman’a yakışmayacak kadar güleryüzlü olan bir kadınla sohbet ederek, bir o tarafa bir bu tarafa elimizde bavullarla koşturup durduk, ben kadına tschüss diyemeden, gözden kaybettim. Neyse ki, bu Almanlar böyle şeylere takılmıyorlar, biz de nazik olamadık diye kendimizi yiyoruz. Bunu bana hatırlatın, 15 yıl sonra yine aynı oranda üzülüyor olacağım, kadına iyi günler, iyi yolculuklar diyemediğime…
Dört saat boyunca trende yerimden kalkmadan yolculuk yaptım, biletim ikinci sınıftı, ama ben birinci sınıftan farkını bir türlü anlayamadım, çünkü her şey iyiydi.
En sonunda Ingolstadt istasyonunda ağır bavulumu çeke çeke giderken arkadaşımın bana doğru geldiğini gördüm. Huh, her şey yolunda…
Muhteşem doğa manzaraları, ilginç kiliseler, arkadaşımın Alman arkadaşları, yediğim tipik Alman yemekleri ,tatlıları… bir haftalık Almanya maceram en güzel şekliyle bitti…
Cana yakınlığıyla Türk konukseverliğini gurbet ellerde bize yaşatan Ruki ve kardeşine, bana en güzel yurtdışı tatillerimden birini yaşatan lise arkadaşım Fethi’ye can-ı gönülden teşekkürler ve her zaman dediğim gibi ben çok şanslıyım, çünkü çevremde hep iyi insanlar var.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Aşk Tesadüfleri Sever...

Son zamanlarda pek sinemaya gitmiyordum, istisnaların istisnasını yaptım ve bir filme iki kez gittim: Aşk Tesadüfleri Sever…
Yakışıklı Mehmet Günsür ile oyunculuğunu ilerletmiş olan güzel Belçim Bilgin başrolde… sinemanın keşfedildiği,  halk için ya da sanat için yapıldığı, festival için olsun, Oscar için olsun, ne için olursa olduğu yapıldığı her filmde olduğu gibi başrol yine güzel insanlara verilmişti.
İkinci kez filme kızımla gittim, insan çocuğuyla sinemaya gidince sanırım daha bir ebeveyn psikolojisinde oluyor. Bir de tabii filmin akışını bilmenin rahatlığıyla kendimi psikolojik olarak öyle bir hazırlamışım ki, geçen sefer ağlayamadığım her sahne için duble gözyaşı döktüm.
Filmi çok beğendim, çok çok beğendim, çok çok çok beğendim. Geçmişe gidiş gelişler, geçmiş ve şimdiyi bağlamalar, sahneler, dekorlar, ışık bence çok güzeldi.
Aslında bu film bana çok başka şeyleri de gösterdi, bir filmden çok daha gerçek bir dünyayı, belki de benim şu ana kadar fark etmediğim şeyler silsilesi…
Film iki bebeğin doğumuyla başlıyor gibi, ama aslında orada en önemli nokta, iki arabanın birbirine çarpması ve doğumu başlamamış kadının suyunun gelmesiyle doğuma alınması ve filmin ortalarında öğreniyoruz ki, eğer o kaza olmasaymış, boynuna kordon dolanan bebek doğmadan, anne karnında ölecekmiş. Her şerde bir hayır vardır, değil mi?
Filmin ilerleyen sahnelerinde, beğendiği çocukla tanışmak isteyen kızın kaza süsü verdiği bisiklet çarpmasıyla, çocuğun kalbinde aritmi olduğu ortaya çıkıyor ve tedaviye alınıyor. İkinci hayır-şer konusu… Çocuklarımızı dış dünyadan o kadar korumasak da oluyor yani.
Kızın babasının sevgilisine gitmek için evi terk etmesi sonunda annenin güçlü durmaya çalışırken, aslında yıllardır parmağından çıkarmadığı alyansını da fark ettim. Ayaklarının üstünde durmaya çalışırken, evlilik kurumuna nasıl da sığındığını, başka erkeklere, tekrar sevmeye ve sevilmeye nasıl kapılarını kapattığını gördüm, başka gören oldu mu, bilmiyorum.
Beni en çok ağlatan sahne, hayatı boyunca korunarak büyüyen, ama kabuğuna sığamayan, kendine bir hayat yaratmak ve adı gibi özgür olmak isteyen Özgür’ün Istanbul’a müzik yapmak için gitmek üzere yola çıkmadan önce babasının söyledikleriydi. ‘Senin hayatının çerçevesi belli, çerçeve bu kadar, dışına çıkamazsın!’ Bu cümlenin içinde bir anne babanın çocuklarının hayatından nasıl endişe edebileceğini hissettim ve bunu o çocuğun hiçbir zaman anlamayacağını, aslında kendini hapishaneye sokulmuş gibi hissederken, anne babasının tek amacının onun bir gün daha, bir gün daha fazla yaşamasını amaçladıklarını…
Ve bir babanın bu acının verdiği öfkeyle söylediği cümlenin ona nasıl da yıllara mal olduğunu gördüm: ‘Bu kapıdan çıkıp gidersen, benim için artık yoksun demektir!’
Bir anlık öfkeyle söylenen, altında ‘başına neler gelebilir, ben bu acıya nasıl dayanırım, her gün ölmemek için seni silmek zorundayım’ duygularını ya da buna benzerleri barındıran, ama yıllarca oğlunun bu yüzden affedemediği, belki de aslında anlayıp da bunu bir türlü gösteremediği baba…Yaşanan acının bedeli bu kadar ağır mı olmalı?
Babasının ölümüne yakın oğlu için doldurduğu kasede söylenenler, her anne babanın kulağına küpe olmalı ve çocuklarına bir hayat dersi olarak aktarmaları sağlanmalı:
‘Sana , senin çerçeven bu kadar, demiştim, ama artık anladım ki, önemli olan çerçeve değil, çerçeveye koyduğun resimdir!’
Kadının evlenmeyi düşündüğü, ama sonra bunu yapamayacağını anladığı Burak’ın  Özgür’ü yağmurun altında baygın gördüğünde, taksiyle hastaneye götürürken çalan telefonda, kısa süre önce kendini terk eden, sevdiği kadınla karşılaşması ve bunu son derece olgunlukla karşılaması ve insanlık görevini sonuna kadar götürmesi bence takdire şayandı… İnsanların terk edildikleri zaman öfkelerinden neler yapabileceklerini ve soğuk yenen intikamın nasıl alınabildiğini göz önüne alırsak, bir ders alınması gerekli bence bu sahneden.
Ama bir yandan da Burak’ın, sevgilisi Deniz’in başka birine aşık olduğunu duyduğunda ilk sorduğu sorunun, yattınız mı olması içimi ürpertti. Erkekler aşkı sadece yatak olarak mı değerlendiriyor? Sadece bir an benimlesin diye mutlu oldun mu, sorusunun altında neden bir yatak olması gerekli? Neden erkekler ayrılırken, çoğunlukla kadınların yatak hikayelerine takılıyorlar bu kadar çok? Bunun altında başka erkeklerle karşılaştırılma, penis boyu uzunluğu ölçümlerinin sonuçlarıyla başa çıkamama, ten kokusu sorunu mu var? Yine buna takıldım.
Filmin sonunda beklenenin aksine erkek yerine kadın öldü, erkeğin bedeninde yaşamaya devam ederek… hayatlarının başlangıcından beri birbirlerine bir şekilde hayat veren çift, çift bedenden tek bedene indi. Bir erkeğin kalbinin yerinde sevdiği kadının kalbinin olması nasıl bir şeydir? Bir erkek yıllarca içinde sevgisini sakladığı kadının kalbiyle yaşarken, tekrar sevebilir mi, tekrar başka bir kadınla birlikte olabilir mi, olursa suçluluk duyar mı? Bu nasıl bir ders, nasıl bir büyüme, nasıl bir olgunlaşmadır ruh için?
Kendimi kah aldatılmış, hayalleri yıkılmış, ama her  şeye karşın kocasını seven annenin yerine, kah hayat amacının peşinden gitmek isterken, sevgilisi tarafından sırf bu yüzden aşağılanan, sonraları içi pırpır eden, mutluluk sarhoşu Deniz’in yerine, kah sadece sağlığı elvermediği için isteklerine gem vurmak zorunda kalan ve eli kolu bağlanan Özgür’ün yerine, kah çocuğunun sağlığı için her an endişelenen, çaresizliğin kollarında nefesi kesilen anne-babanın yerine koydum, hepsi ben oldum, ben hepsi oldum.
Sinemadan çıktıktan sonra, yolda bir kamyonet gördüm, üstünde ait olduğu firmanın sloganı vardı:
Resimsiz çerçeve bedensiz ruha benzer…
Nokta.

18 Şubat 2011 Cuma

Bir kadın, bir erkek ve bir hikaye...

Kadın gözlerini açtı, pencereden dışarı baktı. Bulutlar sanki gülümsüyordu.  Yan taraftan gölgesi pencereye düşen ağacın yaprakları dans ediyordu.
Çok hafif bir hareketle yatakta döndüğünde, yanında yatan erkeğin eline değdi eli. İrkildi.
Üstünden çıkardığı her giyside ruhunu açmıştı. Ruhu çırılçıplak, bedeni ise çıplaktı. Erkeğin elini tuttu, elindeki sıcaklığın diğer bedene akışını izledi, diğer ruhun kapılarının aralandığını hayal etti.
Erkek homurdandı, rüya görüyordu, arada kaşları çatılıyor, sanki ıssız bir sokakta korkularından kaçar gibi koşan bir adamın yorgunluğunu sırtından atmaya çalışıyordu.
Kadın gözlerini kapattı, erkeğe arkasını döndü ve erkeğin sarılmasına izin verdi. Bu izin veriş nelere gebeydi, korkuyordu.
Erkek uyandı, gözlerini açtı, nefes alışverişindeki değişiklikten kadın bir şeylerin değişeceğini hissetti, gözlerini kapattı.
Erkek kalktı, arkasını döndü ve odadan çıktı, hiç konuşmadı.
Kadın bulutlara baktı, bulutlar hızlanmıştı, kadının yüreğindeki müziğin hızına uyarak,  şekilleri değişiyordu.
Kadın hareket etmeden yatmaya devam etti, bekledi.
Erkek mutfağa gitti, içtiği suyun boğazından aşağıya inişini duydu kadın. Erkek çıplaklığının farkına vardı, utanır gibi oldu, ama sanki bir el ona ‘boooş veeeerrrr’ der gibi el salladı, erkek gülümsedi, mutfağın camından içeri bakan bulutlar gülümsedi.
Kadın içinden saymaya başladı, çocukluğundaki oyun gibi, eğer 100e kadar odaya geri dönerse, seviyor. Eğer 115e kadar yatağa girerse, çok seviyor, 105’de yatağa girerse çok değer veriyor.
Kadın saymaya devam etti, 40,41,42,43….
Erkek ruhunu açmanın verdiği rahatsızlıkla ne yapacağını bilemedi, ne zaman böyle olmuştu, gecenin neresinde güneş doğmuştu, ne zaman ruhunu açmıştı, ne zaman kadının elini tutmuştu?
Kadın saymaya devam ederken, kendini yataktan kalkmaya hazırlıyordu, gidecekti.
Erkek yavaş yavaş odaya gitmeye başladı, ne diyecekti, ilk ne söylense iyi olurdu?
Kadın giysilerini nereye koyduğunu kontrol etti, yakında olmalıydılar, yakında olmak zorundaydılar, çırılçıplak kalan bedenini hemen kapatmalıydı, sanki hiçbir şey olmamış gibi…80,81,82,83…
Erkek odaya girdi, kadına baktı, sadece sırtını gördü, gülümsedi. 95,96,97…
Hava karardı, gri bir bulut  pencereyi kapladı, gülümsedi.
Kadın hüzünle dolu gözlerini kapattı.
Erkek yorganı açtı, yatağa yattı ve kadına sarıldı. Gri bulutun rengi maviye döndü. 102,103,104…
Kadın erkeğe döndü, işaret parmağını erkeğin yüzünde dolaştırdı, çıkan sakalların üstünde biraz durdu, gözlerinin kenarındaki çizgilerin derinliğine baktı. Sadece parmak uçlarıyla gördü.
Erkek gözlerini kapattı, kadın gözlerini kapattı.  Sevgi sadece parmak uçlarından aktı.

13 Şubat 2011 Pazar

Özgürlük...

Ben biraz paranoyak oldum son zamanlarda.
Zeitgeist filmini izlediğimden beri, dünyayı aslında topu topu beş İsrailli ailenin yönettiğinin açıklandığı bu filmi gördükten sonra, insanları yönetmenin en büyük şeklinin korku olduğunun farkına vardığımdan beri, paranoyak oldum.
Son zamanlarda özgürlük ne demektir diye sorguluyorum, ne kadar özgürüm?
İşte bulduğum cevaplar, belki sizin eksileriniz, belki de artılarınız vardır, hep beraber daha özgür olalım…
Özgürlük, saçlarının rüzgarda uçuşmasını hissetmektir.
Özgürlük, nefes alabilmektir, sağlıklı olabilmek, hastalıklarla uğraşmak yerine anın tadını çıkarabilmektir.
Özgürlük, yerine göre giyinmek, istediğinde pantolon, istediğinde elbise giyebilmektir.
Özgürlük, düşüncelerini söyleyebilmek, fikirlerini beyan edebilmek, çevreye bakabilmektir.
İstediğinde dışarı çıkabilmek, arkadaşını arayabilmek, istediğinde yurtdışına çıkabilmektir özgürlük.
Uçak korkusunun olmaması, yol tutmaması, araba kullanabilmek, sevdiğinin elini tutarak yürüyebilmek, denize çıplak girebilmektir özgürlük.
Özgürlük, kendi zamanını kendin için kullanabilmektir, istediğinde ve sadece kendin için hayır diyebilmektir.
Özgürlük kendi hayatını biçimlendirebilmek, köle olmamaktır.
Özgürlük, istediğin adımları atabilmektir, istediğinde vazgeçebilmek, hata yaptım, bırakıyorum diyebilmektir.
Özgürlük kanatların olduğunu hissetmek, ruhunda bunu hissedebilmektir.

PS: Yorum yapanlara çok teşekkür ederim, nedendir bilmiyorum, bir türlü yorumlara cevap yazamadım. hepinize teşekkür ederim.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Köklerime yolculuk...

Babaannem Rum’du, onu çok severdim, ölümünün üstünden yıllar geçti, hala özlerim onu. Babaannemin iki kız kardeşi vardı, Türkiye’de olan kardeşiyle çok fazla ilişkim yoktu, ama Atina’da yaşayan diğeriyle yıllarca yazışmış, görüşmüştüm. Sonra maalesef bir ara koptuk. 
Yıllar sonra babaannemin kız kardeşini bulmak üzere, Yunanistan’a gitmeye karar verdim. Şirkette çalışırken, bir anda elimi masaya vurdum ve ben Yunanistan’a gidiyorum dedim, anında pasaport ve vize işlemleri, vs derken, bir turizm şirketiyle otobüs yolculuğuna çıktım.
Otobüs yolculuklarını seviyorum. Uçak yolculuklarının ‘oldu-bitti, haydi şimdi ortama hemen uyum sağlayalım’ modunun ve uluslararası kültür merkezleri havaalanlarının tekdüzeliğinin aksine, otobüs yolculuğu gerçek bir yolculuktur, çünkü gerçekten yol üstündesinizdir ve yoldasınızdır, çevreye bakabilir, ortama ve kültüre  yavaşça uyum sağlayabilir, istediğinizi düşünebilir, her kilometrenin tadını çıkarabilirsiniz.
Yunanistan turu, Selanik, Kavala, Atina gibi büyük şehirlerin yanı sıra şu sırada adını hatırlayamadığım küçük yerleri de kapsıyordu,ama benim için asıl hedef babaannemin kız kardeşi Fofo’yu bulmaktı.
Selanik’te Atatürk Müzesi’ni gezdikten sonra yılbaşı günü Atina’ya vardık. Otele giriş yaptıktan sonra, bavulumu odaya bırakıp hemen resepsiyona indim. Elimdeki  Fofo’dan gelmiş eski bir mektuptaki adresi  resepsiyonist bayana gösterdiğimde, aynı adresin  Atina içinde üç farklı yerde olduğunu öğrendim. İnternetten yapılan kısa bir araştırmayla, aradığım yerin otele 15 dakika uzaklıkta olduğunu öğrenip rahatladım. Hemen bir taksi çağırmalarını, ama şoförün kesinlikle İngilizce bilmesi gerektiğini rica ettim.
Adresi şoföre verip, ona durumu anlattım. Kısa sürede evi bulduğumuzda, heyecan basmıştı beni. İçeri girmem gerekiyordu, ama apartmanın kapısı kapalıydı, birkaç zile bastım, ama açan olmadı. En sonunda apartmana giren biriyle birlikte içeri girmeyi başardım. Ama başarım kısa sürdü, çünkü Rumca bilmediğim için kapılarını çaldığım insanlarla iletişim kuramadım. Çoğu yaşlı olan oturanlarla ilişki kurmam neredeyse imkansızdı. En sonunda çareyi şoförü çağırmakta buldum.
Şoförün adı Panos’tu. Sanki bir Yunan Tanrısı gibi yakışıklıydı. Birkaç dairenin kapısını çalan Panos en sonunda Fofo’yu tanıyan bir aile buldu. Yaşlı bir karı koca ve torunlarıyla yaklaşık 40 dakika kadar konuştuğu sırada, ben artık iyice umutsuzluğa kapılmış ve gidelim diye tutturmuştum. Panos bir yandan beri sakinleştirmeye çalışırken, bir yandan da Fofo’nun dairesini tutan gençlere nasıl ulaşabileceğimizi araştırıyordu. En sonunda gençlerden birinin telefonuna ulaştık.
Şans eseri çok az bir süre sonra Fofo’nun kiracılarından biri eve geldi. Ve o gençten Fofo’nun avukatının telefonunu öğrendik. Yılbaşı tatili dolayısıyla ancak iki gün sonra ona ulaşabilirdim, ama bu beni hedefime yaklaştıran çok büyük bir adımdı.
Panos ile sohbet ederek, otele geri giderken, hayatımın derslerinden birini verdi: You see, never give up! (Gördün mü, hiçbir zaman vazgeçme!)
Otelin önünde taksiden inerken, Panos’un telefon numarasını istemek ya da  istememek arasındaki soru işareti, kafamda olmak ya da olmamak konusunu irdeleyen Sheakspeare’i anlamamı sağladı ve telefon numarasını almadan taksiden indim.
Ondan sonraki günlerde gittiğimiz yerlerdeki mola yerlerinde, büfelerde, hediyelik eşya dükkanlarında tezgahtarlardan rica ederek, avukatı aratmaya çalıştım.
En sonunda avukata ulaştığımda, elimde bir Istanbul telefon numarası vardı, babaannemin yeğeninin ya da başka bir tanımlamayla babamın kuzeninin telefon numarası. Hemen annemi aradım ve numarayı verdim.
Sonuçta Fofo’nun son üç yıldır Balıklı Rum Hastahanesi İhtiyarhanesi’nde kaldığını öğrenince kısa süreli bir şok yaşadım. Tam anlamıyla gökte ararken yerde buldum, yerde ararken gökte buldum ya da Atina’da ararken Istanbul’da buldum.
Fofo’ya ulaştıktan sonra, olayın sevincini Panos ile paylaşmak istediğimde, telefon numarasını almadığım için büyük bir pişmanlık içimi kapladı. ‘Never give up’ diyen Panos’u düşününce, aklıma Atina’daki otelle irtibata geçmek geldi, onlara olayı anlatan bir mail attım ve Panos’a ulaşıp ulaşamayacaklarını sordum ve aslında ulaşmalarını rica ettim.
Birkaç gün sonra cevap olarak gelen mailde, Atina’da Panos adında bir taksi şoförünün olmadığı yazılıydı.
İçimdeki sesin bir türlü Panos’tan telefon numarasını istemememi söylemesinden, Atina’da Fofo’nun evinin olduğu sokağın fotoğrafını çekerken, kapının önünde duran Panos’un arkasını dönmesinden ve fotoğrafın ışık huzmeleriyle dolu çıkmasından ve Panos’un bir türlü bulunamamasından, onun beni Fofo’ya ulaştıran bir melek olduğuna kanaat getirdim ve artık aramaktan vazgeçtim.  
Köklerimden birine ulaştığım Yunanistan tatili benim için anlamı çok büyük.

6 Şubat 2011 Pazar

Eski bir Türk filmi gibi, şaka gibi...

Ben çocukken Yeşilçam filmleri vardı, siyah beyaz… Zengin erkek, fakir kadının aşkı ya da birbirini severken, tuzağa düşürülen kadının kocası tarafından görülüp aşağılanması, terk edilmesi ve çocuğuna ‘annen öldü’ denmesiyle devam eden filmde kadın aşağılanmaya razı olarak, çocuğuna bakıcılık yapmaya çalışır, öz çocuğu ‘benim hiç annem olmadı, sen benim annem olsana’ derken gözyaşlarını tutmaya çalışır, çocuğuna sarılırdı. Veee yıllar sonra acı gerçekler ortaya çıkar, bu sefer koca kendini ezik hisseder, ama fedakar annenin  sadık ve iffetli eş olarak kocasını affetmesiyle erkek   rahatlar, sonunda üçü bir araya gelir, mutlu aile tablosunu el ele tutuşarak çizerler ve ekranda SON yazısı belirirdi.
Son günlerde tüm magazin dünyası ve tüm Türkiye Defne Joy Foster’ın ölümüyle sarsıldı. Neredeyse tüm köşe yazarları bu konuda fikirlerini beyan ettiler. Defne’nin melezliği, Defne’nin son gecesinde yaşadıkları, Defne’nin başka bir erkekle olması, Defne’nin çocuğunun ne kadar tatlı olduğu ve ona ne kadar benzediği, son röportajı, vs…
Birden çocuğum doğduğunda oturduğumuz sitedeki karşı komşumun, evine gelen misafirine beni göstererek, ne kadar fedakar anne, çocuğu için işini bıraktı, diyişi geldi aklıma birden. Ben miydim doğru olan, yoksa çocuğuna rağmen kendi hayatını yaşamaya çalışan Defne mi? Belki ikisi de değil, daha orta bir yol olmalı.
Anne olmak sadece çocuğu doğurmakla sahip olunan bir unvan mıdır, yoksa doğumdan itibaren sahip olunan bir rol model midir?
Bir kadın anne olmayı göze alıyorsa,tüm anne-çocuk ilişkisi sorumluluğunu da beraberinde göze almalı mıdır? Çocuğunun babasına karşı da sorumlulukları yok mudur? O çocuğa çevresinden laf gelmemesi için kendine daha dikkat etmekle yükümlü değil midir?
Kafamda tüm bu sorular dolaşırken, birden Defne’nin ölümüne hiç de üzülmediğimi fark ettim ve gözümün önünde bir resim belirdi: Ayağından asılmış Defne: Her koyun kendi bacağından asılır! Ama maalesef asılan koyun, bir yandan anneyse ve çocuğu daha hiçbir şeyin farkında olmayacak, ayaklarının üzerinde durmayan bir yaştaysa, çocuk da bir bacağından asılmıyor mudur ve hep hayatında bazı şeyler ağır aksak, çolak, kanadı kırık gitmeyecek midir?
Bu yüzden kızdım, aslında insanlara ve gençlere rol model olabilecek bir insanın kendini hiçe sayarak, kendine, kocasına, çocuğuna saygısızlığın doruklarında dolaşırken, hiçliği seçmesine kızdım, yoksa kim kiminle, nerede, beni hiç ilgilendirmez, onun çocuğuyla ilişkisi de beni hiç ilgilendirmez.
Sadece tam da yarışmadan elendiği haftada, en göz önünde, en gözde olduğu dönemde bu olayın vuku bulması da şaka gibi, Yeşilçam filmlerinde gösterilen komplo teorileri gibi… Tek farkla, sonunda ekranda sadece gerçekten aldatılmış bir koca, öksüz kalmış bir çocuk kaldı.

1 Şubat 2011 Salı

Dua...

Sanki bu aralar dua etmem gerekiyor. İçimden bir ses, dua, dua, dua diyip duruyor. Eh, vardır bir hikmeti.
Başlıyorum:

Allah'ım, bana sağlık ver.
Allah'ım kızıma sağlık ver.
Allah'ım kedimize sağlık ver.
Allah'ım evimin bolluğunu, bereketini arttır, evimde pişen aşın tadı artsın.
Allah'ım evime sıcacık yuva hissini, gelenlerin bolluğunu, huzuru, refahı ver.
Allah'ım,  akmayan çatıyı, açtığımda suyu bana getiren muslukları, çevirdiğimde evimi aydınlatan elektriği getiren düğmelerin rahatlığını ver.
Allah'ım, işimde rahatlık ver, Ekspres'in işlerinin hemen çözülmesinde, rahatlamasında yardım et.
Allah'ım, herkese evinde en az içi yemek dolu bir tencere, sıcacık yataklar ver. Herkesin gönlüne göre ver.
Allah'ım, kafasının içi örümcek ağlarıyla örülmüşlerin gözlerini doğuya çevir, doğan güneşte Atatürk'ün saçlarını, mavi gökyüzünde gözlerini, batan güneşin kırmızısında bu ülke için canını veren atalarımızın kanını görüp, düşünürken, davranırken bir daha düşünsünler.
Allah'ım, bebek isteyen her kadına anne olma şansını, Çocuk Esirgeme Kurumu'nda anasız babasız büyüyen her çocuğa sevgi dolu kucakları nasip eyle.
Allah'ım Alternatif Anne sitesini tanıyanlar, okuyanlar çoğalsın, yararları çok olsun.
Allah'ım herkese dolu dolu içlerine çekebilecekleri kadar nefes ver.
Allah'ım, iş arayan herkese gönlünce, iş gibi değil, hobi gibi bakıp, zevkiyle çalışacağı işler, mevkiler ver.
Allah'ım, yazılarım için ilham ver. Çok yazayım, çok okunayım, bildiklerimi, bilmediklerimi yayayım.
Allah'ım, bütün sevenlere sevdikleriyle güzel anlar, sevemeyenlerin kalbine sıcaklık ver, sevgi arayanların yoluna diğer sevgi arayanı çıkar lütfen.
Allah'ım, bu vatanın her karış toprağına özgürlük, her ağacına sağlık ver, her gencine bilge yaşlıların deneyimlerinden yararlanma fikrini ver ki, onlar da ağaçlar gibi kök salabilsinler.
Allah'ım bu duaya her okuyan amin desin. Herkesin amin denecek, herkesin en yüksek hayrına olan bir duası olsun.

Amin, amin, amin!