Geçen ayki sayfa görüntüleme sayısı

1 Mart 2011 Salı

Almanya macerası

Almanya macerası…
Uzun süredir yurtdışına çıkmamıştım. Avrupa’nın soğukluğunu , temiz ve düzenli binalarından oluşmuş sokaklarında dolaşmayı, sadece ve  sadece yabancı olmayı özlediğim zamanlar geldi. Bir de üstüne ‘ye, dua et, sev’ kitabındaki başını alıp gitmelere olan özentim de baş gösterince, içimdeki biri sürekli ’yurtdııııışııııı, yurtdışııııı’ demeye başlamıştı.
Buyurun size çekim yasası, nasıl da can-ı gönülden istemişim?
Yaptığım iş gereği sürekli renk okeyi vermem gerekiyor. Yıllardır aynı işi yapıyorum. İlk işe girdiğimde beni nasıl olur da yurtdışındaki firma merkezine göndermediler diye sürekli düşünür dururdum. En sonunda bazı sorunlar çıktı ve benim Almanya’ya gitmeme karar verildi. Ben sadece iki gün kalmak isterken, beş gün kalmamın iyi olduğu söylendi  ve ben yıllardır beni davet eden lise arkadaşıma hemen bir mail atıp, heeeey, haftasonu ve hatta izin alırsam pazartesi de olmak üzere bana dayanabilir misin, diye soru silsilelerine başladım. Vee geçen yıldan kalan bir gün iznimi de almaya başardım.  
Pasaportum yıllardır kullanım dışıydı, zaten çipli pasaportlar da çıktı. Önce pasaporta başvurdum. Yurdum bazı olayları aşmış, önce randevu alınıyor. Neyse, bilge şoförümüz Faruk ile gittik. Aman Allahım, bu arada Eminönü artık bir ilçe değil, ben Fatih’e bağlanmışım. Nüfus kağıdını da bu arada, nüfus memurunun engin anlayışıyla öğle tatiline iki dakika kala değiştiriverdim. Neyse, melekler yardımımıza koşmuştu ve pasaport memuresi de öğle tatilinden benim için yedi ve başvuru tamamlandı.
Bu arada şirketten şefim ve bilgisayar dehamız Cevat’ın da aynı dönemde Almanya’da olma durumu vardı… ohhh, çok şükür, yalnız olmayacağım. Uzun süredir görmediğim havaalanı, check in, bagaj kontrolü, öffffff, tek başına hiç çekilmez bir durum…
Bu arada zaman daraldı, acaba pasaport çıkacak mı, vize için de randevu alınması gerekli, her gün bir şeylerin değişikliği geliyor, uçak biletim rezerve edilip edilip uzatılıyor.
Uzun lafın kısası, pasaport geldi, vize Perşembe günü çıktı, Cuma günü vizeli tazecik pasaportum geldi, Cuma günü biletim alındı ve pazartesi öğlen şefim, Cevat ve ben uçaktaydık. Check in sırasında her ne kadar yan yana düşmesek de, yurdumuzun has adamlarından biri benim yanıma oturacağına, Cevat ile yer değiştirmeyi kabul etti, başım üstüne dedi ve üçümüz yan yana sıralandık.
Zaten şefimin peşinde elimde koca kaban, ağır laptop, bir türlü omzuma atamadığım dar askılıklı, ağır çantamla dolanmaktan dilim dışarıda, sırtımda ter damlacıklarıyla pek hoş bir durumda değilken,koltuğa yayılıverdim. Allahtan boyum kısa, her yere kolayca yayılıveriyorum, yaşasın boyum, bedenim ve ben…
Bu arada şirketten bir arkadaş bizden bir gün önce kalacağımız otele yerleşmişti. Getirdiği Türk kahvesi, kahve fincanları, elektrikli cezve, benim getirdiğim şifa taşları, kartlarla akşamları yemekten sonra, parti tadında geçti, bir de yaptığımız yüz maskesi var ki, fotoğrafları görülmeye değer…
Akşamları bir araya gelmesi neredeyse imkansız olan bizlerin sohbetleri,  bir okulda yatılı kalan öğrencilerin konuşmaları tadındaydı.
İş derseniz, amaaaaan, işi takan kim? Yıllar sonra benim nasıl renk baktığımı kontrol ediyorlar… hmmm, bu biraz kızıl, tolerans dahili, ama ben tekrar çalıştırırdım…. Bu biraz mavide, çok kirli duruyor, okey değil…. Yok, bu olmamış, çok sarıda, mavilik gerekli… aslında işi en kolay olan bendim, çünkü şefim ve diğer arkadaşın workshoplara girmesi, Big Boss’un her türlü ruh durumunu çekmeleri gerekiyordu, bu arada workshoplar sırasında bütün firmadaki herkes sandalyelerinde, altlarında elektrik veren çiviler varmış gibi oturuyorlar, ben de görünmez olmayı diliyordum.
Aralarda iş arkadaşlarımızla buluşup, heyyy nasıl gidiyor diye durum raporu alırken bir yandan da, eşek kadar büyük şirkette bir yerden bir yere gidip, gittiğimiz yolları aklımızda tutmaya çalışıyorduk. Uzay üssü Alfa’nın tekstil modeli olan şirkette, bir hafta boyunca çıkış yolunu öğrenemedim, labirent gibiydi.
Almanların Gasthaus dedikleri tarzdan otel-pansiyon arası nitelendirebileceğimiz otelimizden önce şefimiz ayrıldı, sonra bizden önce gelen arkadaş; sonunda bilgisayarcı arkadaş ile ben kaldık. Son akşamımızda yemekten sonra çikolata alışverişine çıktık ve biraz dolaştık. Bulduğumuz en büyük meydanı yavaş yürüyerek bitirmek üç dakikamızı aldı. Bu kadarcık alanda bir tarih müzesi vardı, akşam olduğu için kapalıydı ne yazık ki. Neyse, bir taş, müze, tarih meraklısı ben için orada bulduğumuz, aydınlatılmamış ve karanlıkta ne olduğunu tam olarak göremediğimiz anıt çok heyecan verici oldu. Daha sonra yol kenarında üstünde bir şilt gördüğümüz büyük, devasa taşın yanına gittiğimizde, Commerzbank’ın Steinhagen şubesi tarafından bağışlanmış bir kaya olduğunu anladık. Bağışlanmayı gerektirecek bir özelliğini bulamadık, ama Alman zekasını anlamak zaten benim için pek mümkün olmuyor.  
Ertesi gün otelden ayrıldık, artık Cevat ile de yollarımız ayrılıyordu. Yolculuğun başında ben arkadaşım tarafından otelden alınacak ve o ablasının yanına trenle gidecekken, aslında ben tren bileti aldım ve onu eniştesi otelden aldı. Bu arada benim, son gün tren grevi sorunuyla heyecansız günlerime heyecan geleceğini kim bilebilirdi? Sendikalaşmak isteyen tren makinistlerinin grev yapacağı tuttu. Ben yine en deli halimle melekleri devreye soktum, çaktırmamak için de telaşla, ne yapacağım ben demeye başladım. Tren biletimi almış olan şirketteki tek Türk çalışan kız Ruki, sağolsun,bir sorun çıkması olasılığında beni evine davet etti.
Ruki’nin erkek kardeşi beni alıp Bielefeld’e götürdü, grev hakkında bilgi aldıktan sonra, gidebileceğimizi ve rötarlı durumları öğrenip, bir kahve içimlik zamanımızı değerlendirdik. Yurtdışında yol yordam bilmeyince, insan kendine destek birileri olduğunda ne kadar rahat ve huzurlu olabiliyor…
Hannover’den aktarma yapmam gerekiyordu, gitmem gereken peronu buldum, treni beklemeye başladım ve yandaki perondaki trenin iptal edildiğini öğrendim. Şansıma benim trenim zamanında geldi ve dört saatte Ingolstadt’a geldim.  Bu arada peronda aynı trene binecek olan yaşlı, ama bir Alman’a yakışmayacak kadar güleryüzlü olan bir kadınla sohbet ederek, bir o tarafa bir bu tarafa elimizde bavullarla koşturup durduk, ben kadına tschüss diyemeden, gözden kaybettim. Neyse ki, bu Almanlar böyle şeylere takılmıyorlar, biz de nazik olamadık diye kendimizi yiyoruz. Bunu bana hatırlatın, 15 yıl sonra yine aynı oranda üzülüyor olacağım, kadına iyi günler, iyi yolculuklar diyemediğime…
Dört saat boyunca trende yerimden kalkmadan yolculuk yaptım, biletim ikinci sınıftı, ama ben birinci sınıftan farkını bir türlü anlayamadım, çünkü her şey iyiydi.
En sonunda Ingolstadt istasyonunda ağır bavulumu çeke çeke giderken arkadaşımın bana doğru geldiğini gördüm. Huh, her şey yolunda…
Muhteşem doğa manzaraları, ilginç kiliseler, arkadaşımın Alman arkadaşları, yediğim tipik Alman yemekleri ,tatlıları… bir haftalık Almanya maceram en güzel şekliyle bitti…
Cana yakınlığıyla Türk konukseverliğini gurbet ellerde bize yaşatan Ruki ve kardeşine, bana en güzel yurtdışı tatillerimden birini yaşatan lise arkadaşım Fethi’ye can-ı gönülden teşekkürler ve her zaman dediğim gibi ben çok şanslıyım, çünkü çevremde hep iyi insanlar var.