Geçen ayki sayfa görüntüleme sayısı

30 Ekim 2010 Cumartesi

çok yoğunum, çok yoğunum...

Bu aralar herkes çok yoğun. Bir yoğunluk, bir yoğunluk, sanki artık nefes alınacak bir an bile yok, tuvalete gidemezsiniz, yemek yiyemezsiniz. Kimse kimseyi arayamıyor, göremiyor, kimseyle görüşemiyor.
Herkes bir şeyler yapmak istediğini söylüyor, telefonla aradığınızda şöyle bir tepki geliyor, aaaah şekerim öyle yoğunum ki, ben de görüşmek isterim ama... görüşelim tabii, ama ne zaman... ay şekerim, hep aklımdasın, bir türlü arayamadım...
Evet, artık zaman daha hızlı akıp gidiyor, hayat daha hızlı yaşanıyor. Maalesef James Dean gibi 'hızlı yaşa, genç öl' dönemi bitti, artık 'hızlı yaşa, ya parkinson ya alzheimer, seçimini yap' döneminde yaşıyoruz.
24 saat denen ama artık 16 saat olarak yaşanan bir güne her şeyi sığdırmaya çalışıyoruz. Özellikle biz kadınlar kariyer alanında kendimizi göstereceğiz diye üçü bir arada Nescafe gibi bir yaşam sürmeye çalışıyoruz. Kariyer alanında kahve gibi, çocuklarımıza karşı şeker gibi, eşlerimize karşı krema gibi olmaya çalışıyoruz. Sonunda da harap oluyoruz.
Bu kadar çok arzın olduğu bir dünyada, üçü bir arada'nın taleplerini karşılamak için sürekli kendimizi bırakıyoruz, ya krema ya şeker ya da kahve biçiminde yaşamaktan kendimizi unutuyoruz. Sıra kendimize geldiğinde ise durumumuzun tek adı var: Çok yoğunum...
Son zamanlarda buna çok takılır oldum ve ne zaman 'çok yoğunum'desem, yoğunluğun ne anlama geldiğini sorar oldum.
Aslında yoğunluk falan yok, herkes yapabildiğini yapıyor. Birine bakıyorsunuz, çok yoğunum diyor, ama iş saatlerinde olabildiğince çok konuşup mesai saatlerini harcıyor, ama sonra mesaiye kalıyor. Birine bakıyorsunuz, bilgisayarın önünde kahve içiyor, ama sorduğunuzda çok yoğunum diyor, ya da sigara molası biraz fazla...
İşler yoğun olduğunda da bir şekilde yetişiyor. Eskiden böyle bir mail gelirdi: İşler yetişir...
Aslında işler yoğun da olabilir tabii, ama sürekli yoğunum deniyorsa, bunun altında tek bir neden vardır: Ego kendini önemli göstermek istiyordur, önemli hissetmek istiyordur.
Bunun altında 'ben o kadar önemliyim ki, sürekli yoğunum, sürekli bir şeylerle ilgilenmem gerekli, aaah ben o kadar önemliyim ki' yatıyordur.
Ekonomik düzende, ekonominin yürümesi için yapılan satışlar kafamızı çok feci bulandırıyor. Her şeyin bir üst modeli 15 gün içinde çıkıyor, elimizdeki hemen eskiyor, daha biz gözümüzle eskitmeden. Hep daha çok şey almak, daha çok tüketmek zorundayız. Eee, ne oluyor, dikkatimizi, algılarımızı, antenlerimizi, kanallarımızı sahip olmak istediklerimize çevirdiğimizden artık kendimizi görmeyi bıraktık. Kendimizin değerini ancak yoğunluğumuzla ölçer olduk, çünkü diğerleri o zaman bizi çok önemli kişi yerine koyuyor, çünkü kendisinin o kadar da yoğun olmadığının farkında. Siz ne kadar yoğunsanız, karşınızdaki de o kadar yoğun olduğunu söylüyor. Kısasa kısas... Öhöm, öhöm, ben de senin kadar değerli, senin kadar önemli, senin kadar yoğunum...
Yoğun olabilirsiniz, zamanınızı tam planlayamıyorsanız..
Yoğun olabilirsiniz, sürekli mükemmelliğin peşinden koşuyorsanız...
Yoğun olabilirsiniz, her şeyi ben yapacağım diye tutturduysanız...
Yoğun olabilirsiniz, yapmam gerekiyor diye düşündüğünüz şeyleri yapmaya devam ediyorsanız...
Yoğun olabilirsiniz, sadece hayattan kaçmak istiyorsanız...
Yoğun olabilirsiniz, önceliklerinizin farkında değilseniz...
Yoğun olabilirsiniz, acil olanları değil, sırasız her şeyi yapmaya çalışıyorsanız...
Yoğun olabilirsiniz, yaptığınız şeyin kişiliğiniz olduğunu düşünüyorsanız...
Yoğun olabilirsiniz, egonuza yenik düştüyseniz...

Sizin yoğunluğunuz hangisi, farkında mısınız?

26 Ekim 2010 Salı

cep telefonlu hayatlar...

'huuopp, Adana çık aradan!' esprilerini anlayan gençler var mı?

Ben çok şanslı bir kuşaktanım sanırım, belki de benim kızım da ileride aynı şeyleri söyleyecek. Ben doğduğumda evlerde telefon yoktu, televizyon yoktu.

Dört yaşıma geldiğimde evimize televizyon gelmişti. O zamanlar tek kanal, siyah beyaz yayınlar, Tuna Huş'un sunduğu haberler, belirli saatlerde bir kaç program vardı. Neyse, belki de o zamanın televizyon dizileri başka bir yazı konusu olabilir.

Ben şimdi telefona döneyim.

Evlere telefon geldikten sonra aransak da aranmasak da telefon çalabilirdi, tanımadığımız bir insanın sesini duyduğumuzda başka bir şehirden arandığımızı anlardık, nedense o zamanlar aynı şehirdeki insanlar birbirlerini pek aramaz gibiydi sanki, telefonlar Konya'dan, Ankara'dan bağlanırdı. Biriyle konuşurken hatlar karışır, başkalarının konuşmaları dinlenebilir ya da başka bir yeri arayan biri aradan, siz kimsiniz diye çıkıverirdi. İşte o zamanların esprisiydi, çık aradan Adana ya da Konya...

Telefonlar manyetoludan başladı, tuşlulara kadar ilerleme gösterdi. Sokaklarda jetonlu telefonlar vardı, babam ortaokula başladığımda beni özellikle iskeledeki jetonlu telefonun oraya götürerek, telefonu nasıl kullanacağım, jetonu nasıl atacağım konusunda ders vermişti. Şimdi neredeyse ilkdoğanların eline bile telefon veriliyor ya da çocuklar artık telefon ve klavyeyle doğuyor diyebiliriz.

Kızımla aramda 29 yaş var, ama şu anda kızım için jetonlu telefon artık müzelik oldu, manyetolu telefon desem anlamayacak bile zaten. Şu anda kendisi internete girebileceği bir cep telefonu aldırmanın peşinde, kendince benimle pazarlık yapıyor.

Cep telefonları yeni çıktığında cep telefonum olduğunu belirtecek bir davranış yapmaktan kaçınıyordum, hele ki sokakta yürürken telefonla konuşmak, yemekte cep telefonunu masaya koymak benim için büyük görgüsüzlüktü. Şu anda o kadar alıştım ki, sokakta çok rahat telefonla konuşabiliyorum, ama hala toplu taşıma araçlarında bağırarak konuşanlara alışamadım. Bir de toplu taşıma araçlarında kendinden geçercesine sohbet edenler, dedikodu yapanlar, sevgilisiyle kavga edenler beni dumura uğratıyor. Sonuçta bu bir telefon, bir amacı var, bir amaç bu kadar mı saptırılır amacından? Oluyor işte...

Son zamanlarda internetin telefonlara girmesiyle yeni (eskidi bile) bir çeşidimiz ya da çeşnimiz de oldu: Blackberry'ler

Her yerde maillerinize bakabiliyorsunuz, yemekte, arada, sokakta, tuvalette... Yoğun iş temposu nedeniyle dışarıya gittiğinde maillerini okuyamayıp işlerinden geri kalanlara büyük 'kolaylık'. Öyle bir kolaylık ki, artık insanlar ellerinde Blackberry'leri ile uyumak zorunda hissediyorlar kendilerini, çünkü çok iş var, yapmak zorundalar ve yoksa işlerini kaybedebilirler. Hep daha hızlı, daha da hızlı ve en hızlı olmak zorundalar... Tabii patronları da öyle hissettikleri için gece-gündüz, tuvalette, plajda, yürürken, sevişirken çalışanlarını aramaktan hiç gocunmuyorlar, çekinmiyorlar...

Bir de GSM operatörleri adı altında hayatlarımızın vidanjörleri var, bunlar da bize hizmet olarak, şu kadar liraya bu kadar mesaj hakkı, mesaj atın, mesaj çekin, bitiremeyin, beter olun nidaları arasında parmaklarımıza jimnastik yaptırıyor, bellerimizin incelemediği kadar parmaklarımızı inceltmeye yarıyorlar.

Kızıma bir ara cep telefonu vermek zorunda kaldım, hanım kızım nasıl becerdiyse 10.000 mesaj hak almayı becermiş, bir ayda bırakın 10.000 cümleyi konuşarak bitirmek, yazarak nasıl bitirebilirsiniz mesaj olarak? Tabii, hak bol olunca, harcamak da boynumuzun borcu oluyor, mesajların çoğu şu şekilde idi:
hmmm; evet; oki doki; yok; niye sesin çıkmıyor; niye yazmıyorsun; sıkıldım; yazsana; nbr; slm, vs...

Bu kadar çok mesaj yazacağım diye ıkınınca olan Türkçe'ye ve güzel dilimize oldu, birden bazı harfler buharlaştı, görünmez oldu. Ben hiçbir şey anlamaz oldum, onlara göre kısaltma, bana göre başka bir dil bu.

Bir de cep telefonlarına fazlasıyla duygu yükledik, öyle abarttık ki, ilişkilerimize telefon mesajlarıyla başlayıp, hiç konuşmadan mesajla bitirir olduk.

Bir yerde buluşulacağı zaman artık kimse önceden program yapmıyor, yoldayken buluşulacak kişi aranıyor, ben şuradayım deniyor ve bitiyor. Geçen gün tiyatroya gittik arkadaşlarla, tiyatro saati belli, yeri belli, gerisinin ne önemi var? Tiyatronun oynanacağı alışveriş merkezine gittiğimizde kulağımızda telefon, birbirimize sağa dön, arkana bak, oradan kıvrıl, karşına gelecek dükkanın sol köşesindeyim gibi tariflerle birbirimizi bulduk. Sahi eskiden nasıl buluşurduk?

Hala çalar saatini kullanan var mı? Ben artık cep telefonunun alarmıyla uyanıyorum, ama yatak odamda tutmuyorum. Gençlerin çoğu telefonlarını yastık altı etmeye bayılıyor, çünkü artık telefonları bedenlerinin ayrılmaz bir parçası, ancak ameliyatla alınabilir.

Bütün anne babalar internet ve bilgisayarın zararlarından konuşurken, dışarıya çıkan çocuklarına hemen bir cep telefonu alıyorlar. Almadan halletmenin  bir çaresi, çözümü var  mı, bilmiyorum.

Cep telefonlarında en sevdiğim şey, hatırlatmalar, sürekli ve her yerde hatırlamak için bir şeyleri not alabiliyorum. İlginç olan, yazdığım için o sırada kafama işlemiş olduğu için alarm çalmadan ben o işi bitirmiş oluyorum, acaba sadece bir ajandaya yazarak bu hatırlama işini halledebilir miyim?

Şu anda aklıma gelmeyen o kadar çok şey var ki, cep telefonuyla ilgili olarak... ayranı yokken içmeye, I Phone alan, hava atmak için biriyle konuşur gibi yapanlar örneğin... :-)))

25 Ekim 2010 Pazartesi

bu yazıya çok kere başlandı...

ve bir türlü devam edilemedi.

Ama artık bazı şeyleri yazmanın, görmenin, farkı farketmenin zamanı geldi.

Çoook uzun süredir kendimle savaştayım, kendimle kavga ediyorum, tüm kavga ettiğim yönlerimi buluyor, ortaya çıkartıyor ve dönüştürüyorum.

Artık kabul ediyorum, şu para işini bir türlü beceremedim. Artık dibe vurmuş durumdayım. Uzunca bir süre bu konuda kendimi aşağıladım, ama şimdi zor da gelse artık bazı şeyleri herkesin bilemeyeceğini, ama öğrenmeyi öğrenebileceğini kabul ettim, yenilgimden büyük bir başarı çıkarmayı planlıyorum. Her ne kadar bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp diye düşünsem de,başarı  planlarıma Tanrı'nın gülmesini istemiyorum.

Beş yıl önce boşanırken iş değiştirdim ve yıllardır tek kere zam almış olarak çalışmaktayım. Maalesef bizde böyle...

Bu arada geçen zamanda yığınlarca kursa, eğitime, danışmanlığa gittim, paramın çoğunu oralarda kendime geri döndürmek üzere harcadım. Bir de benim bitmez, tükenmez iyi bir evde oturma, bozulan her yeri anında yaptırma isteğim ve alışkanlığımla yıllardır oturduğum annemin evine de bir sürü yatırım yaptım. Hatta bir ara evden söz ederken, paramı duvarlara gömüyorum diyordum.

İçimdeki kıtlık dolu hücreleri bollukla dolduracağım diye bir dönem kendimi alışverişe verdim, çünkü o sıralarda her evde yer almış olan Secret adlı büyük insanlık sırrını açığa vuran kitapta böyle yazıyordu. Harca, kendini zengin hisset... Ben de harcadım... Nasıl olsa para geliyor ya...

Evet, para geliyor, ama gelmesi için önce beklemem gerekiyor, çünkü maaşımı çalıştıktan sonra alıyorum. Bir süredir borçlarımla başa çıkamaz duruma gelince evden çıkmaz oldum. Ancak zorunlu durumlarda dışarı çıkıyorum.

Bir gün bir arkadaşımla para üzerine sohbet ederken, şöyle bir cümle aradan fırladı ve suratıma tokat gibi çarptı:
'Yani sen gelecekteki paranı harcıyorsun!'

Evet, ben kredi kartı kullanarak ve tamamını ödeyemediğim için ödemek zorunda kaldığım faizler için sürekli gelecekteki, henüz gelmemiş olan paramı kullanıyordum ve gelmesi beklenen her zaman gelmeyebilir, değil mi?

O sırada tam olarak kararımı verdim, geleceğimi yemeyecektim, yaşlılık günlerimi parasını değerlendirememiş, cahilce sahip olduklarını harcamış, son yıllarında beş kuruşa muhtaç kalmış ünlüler gibi geçirmeyecektim.

İlk başta kredi kartı kullanmak hoşuma gidiyordu, tam anlamıyla kandırmaca bir zenginlik... Bak, görüyor musun, o kadar çok param var ki, saymıyorum bile, önüme geleni alıyorum ve harcıyorum. Sadece başkalarının gözünde erişilmez olmanın ayrıcalığı gibi bir duygu yoğunluğu...

O dönemde parayı iyiden iyiye görmez olmaya başladım. Kredi kartı ile harca, bankada yatan paranı internetten iki tuşla direkt kredi kartı ödemesi olarak işaretle ve yolla. Hiç paraya dokunmadan ve cüzdanıma para koymadan aylar geçirdim diyebilirim.

Bir süre sonra bolluk bereket bana uğramaz oldu. Ben bolluk dedikçe sanki kıtlık geliyor gibi... Nerede bu para? Nasıl görünmez oldu birdenbire?

Dedem ev hanımı olan anneannem ve iki kızını geçindirirken aynı zamanda bir arsa almış ve fakültede yaptığı muhasebecilikle üç katlı apartman yapmış. Bunları düşününce, neden olmuyor diye düşünmeye başladım ve nedenler bir bir sıralanmaya başladı:

Digitürk, internet adsl, buzdolabı, araba, İgdaş faturaları...

O zamanlar bunların çoğu, hatta araba dışında hiçbiri yoktu, gelen para daha az bölünüyordu, şimdiye bakıldığında o zamanlar yükler daha hafif, yaşamlar daha sade idi. Hatta babaannemin çorap örgüsü yapmak için kullandığı tahta bir yumurtası vardı, parmağına taktığı yüksükle çorapları örer, sökükleri diker, bir şeyleri onarırdı. Şimdi biz aylık modalar için üretilmiş olan giysileri alıyor, iki ayda tüketiyor, renklerini solduruyor, kumaşlarını eskitiyor ve ooooh, artık bu giyilmez oldu diye atıyoruz. Aslında sadece modayı kısa sürede tüketmek için değeri olmayan kumaşlardan yapılan, değişik modellerdeki t-shirtlere, pantalonlara, eteklere, elbiselere yığınlarca para döküyoruz, hele ki bir de marka adı altında özel bir etiketi varsa...

Nerede kaldı bolluk bereket?

İşte bu eski günlerde, değerlerin değer olduğu zamanlarda, insanların birbirine değer verdiği, sofralara komşuların davet edildiği, yan evde açların yatmadığı zamanlarda...

Şimdi ise kimse evine misafir davet etmek istemiyor gibi, çünkü gelenlere ikram edilmesi için masrafa girilmesi gerekli. Bu da kredi kartında daha büyük açık demek, çünkü artık çoğu kişi sadece kredi kartı bağımlılığıyla hayatını sürdürebiliyor.

Ben çocukken 'Köleler' adlı bir dizi başlamıştı, ilk bölümün bir sahnesi hala gözümün önünde, boynuna kocaman ve ağır bir zincir geçirilmiş zenci adam kıyıya götürülür ve gemiye bindirilir, o artık bir köledir ve Amerikalılar için çalışmak zorunda kalacağı topraklara söke söke götürülür.

Şimdi aynı zinciri ben kendi boğazımda hissediyorum, her ay bankaya çalışıyorum. maaşımda buharlaşan bir kısım bir türlü kapatamadığım mevduatlı kredilere gidiyor. Ayrıca eğitimlerim için aldığım kredileri ödediğim taksitler var... Üstü örtülü bağımlılıklara köle olmuşum hiç farketmeden.

Ama artık çok sıkıldım, param yok demekten sıkıldım, param olmadığı için dışarıya çıkamamaktan sıkıldım, param olmadığı için sürekli para hesabı yapmaktan sıkıldım.

Dedemin dediği gibi sıkı can iyidir, kolay çıkmaz, ama bu kısacık hayatta sıkılmak için fazla zamanımız yok.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Yaş almak...

Çook uzun zaman önceydi, Beyoğlu'nda eski kocacımla yürüyorduk. Bir dükkanda rozetlere bakmıştık, birinde ' yaşlanacağım, ama asla büyümeyeceğim' yazıyordu. O sırada büyümemeye karar verdim. Büyümek kötüydü, insanı hayattan uzaklaştırıyordu, nasıl olsa yıllar geçiyordu ve insanlar yaşlanıyordu, ama büyümeye gerek yoktu.
Sonra hayat dikildi karşıma ve hayır dedi,  yaşlanmayacaksın, yaş alacaksın. Bunun karşılığında da bedelini ödeyeceksin.
Ne vermem gerektiğini bilmiyordum, ama hayat alıyordu alacaklarını.
Yaş sayım arttıkça bir baktım ki, daha çok anım var, daha çok yaşanmışlıklarım var. Eskiden benden büyükleri dinlerken, ne kadar çok şey anlatabildiklerine şaşırırdım, artık benim de anlatacak çok şeyim var.
Bunların karşılığında sürekli söylediğim evet'leri verdim, hayır'la değiştirdim.
Kendimi koyduğum alt sıraları verdim, üstlerine bastım, yukarılara çıktım.
Değerin değerini anladım, değersizliklerimi verdim.
Anın tadını aldım, hızı bıraktım.
Yılları aldıkça bedenimin gençliğini verdim, ama içimin gençliğini tanıdım.
Sanırım aslında büyüdüm.

19 Ekim 2010 Salı

feng shui ya da evimin enerjisi...

Benim annem ve babam çok titizdir. Annem ortalıktaki her şeyi bir yerlere tıkar, ortalıkta hiçbir şey gözükmez, ama aradığını da bulamaz. Ben de tam tersi, sahip olduğu her şeyi görmek isteyen, dergileri yerde, bastığı tüm kağıtları sürekli okumak için ortalıkta tutan biriyim, yani kısaca dağınık diye tanımlanıyorum.
Yıllardır feng shuiyi merak ederim, nedir, ne değildir, ne işe yarar, az buçuk bilgim var, kitaplarını aldım, okudum, birazcık anladım. Veeee bir gün bir arkadaşımla konuşurken, bir arkadaşının feng shui uzmanı olduğunu öğrendim. Neyse, birkaç mailleşme, yazıda tanışma ve Ayşen bizim eve geldi.
Sonu gelmeyecek kadar uzun görünen bir sıra insan aşağıya doğru inerken, o sakince bizim eve tırmandı. evde çocuklar oradan buraya koşuştururken içeri girdi. Evdeki kedi dolayısıyla koltukların üzerine serilmiş Ikea örtüleri bir taraflara toplanmış, ortalıkta her yer her yerde bir durumdayken tanışmış olduk.
Feng Shui'de dokuz konu var, ilişki, bolluk bereket, şan şöhret, aile, çocuklar, bilgelik, yolculuk, yardımcı insanlar, sağlık... ben bunlardan ilişki ve bolluk bereket konusunda daha fazla çalışma istedim.
İlişki köşesi bizim evde mutfağın olduğu bölüme denk düşüyormuş, yani evin girişine göre sağına...
Mutfağa girdik, Ayşen şöyle bir baktı ve bir ilişkin var mı dedi. Ben de duymak istemediğim cevabı verdim: Yok!
Hemen başlayalım mı diye soran Ayşen'in ne yapacağını tam olarak anlamamakla birlikte, olur dedim. Sonra mutfaktan neleri atabileceğimi sordu. Ben de şunlar, bunlar olabilir dedim. Sonra birden içimden sanki bir çığlık çıktı sanki ve tamam hocam, sen ne dersen olur derken ellerimi, kollarımı havada Amerikanvari ev düzenleme programlarından birinde bulmuş gibi hissettim.
İki saatlik çalışma sonucunda bütün mutfağı temizlemiş olarak çıktık. Sonuçta mutfaktan verilmek üzere altı poşet dolusu eşya, en az üç torba da çöp çıktı.
Ben anneannemin evinde yaşıyorum, anneannem gittikten sonra ilk taşındığım haliyle bırakmıştım bir çok şeyi. Lavabonun altındaki dolap da böyle fazla el değmemiş olarak kalmıştı. Dolabın içindeki plastikler, süzgeçler anneannemden kalmıştı, hiçbir zaman onları atmayı düşünmedim, dolabın altından bir şey almam gerektiğinde, onları görmeden, farketmeden bir kenara iter, işimi yapardım, sanki onlar duvarın bir parçası, fayansın bir tanesiydi ve mutfaktan ayrılamazdı, elin bir parmağı, parmağın uzantısı tırnak gibi, et tırnaktan ayrılır mı...
birdenbire plastikleri dolabın dışında gördüğümde kısa süreli bir şaşkınlık yaşadım ve sonra onları attık. Bu olayın şokunu bir süre üstümden atamadım. Niye mi şoka girdim? Bir plastiği atmakla şoka mı girilir?
Hayır tabii ki... Beni şoka sokan, yıllarca evde duran şeylerin nasıl da evle bütünleştiği, görülmediği,işe yaramadığı, kullanılmadığı halde nasıl da evde yer tuttuğu konusu idi.
Sonra karar verdim, beş yılda bir evden taşınmalı, taşınılmıyorsa ev, en küçük deliğine kadar ayağa kaldırılmalı. Unutulmuşlar, küflenmişler, eskiler, örümcek ağları bir bir ortadan kaldırılmalı.
Şimdi evde bir hafiflik, bir hafiflik... Eve her gelen şaşırıyor, çünkü artık evdeki durağan enerji yok, enerji hareket ediyor. Mutfağı da daha ergonomik kullanabiliyorum.
Teşekkürler Ayşen...

aysenustunay@blogspot.com adresinde Ayşen'in yazılarını okuyabilirsiniz.

17 Ekim 2010 Pazar

Parayı yönetmek, hayatı yönetmek, kendini yönetmek..

Alışveriş merkezleri, kısa adıyla AVM furyası başladığında insanlar İstanbul'da ilk Mc Donalds'ın açıldığı zamanlardaki gibi oralara üşüştüler... Bir merak, bir merak... alt tarafı, dükkanlar, alışveriş, alış ve veriş...
İstanbul'da ilk olarak Galleria açıldı sanırım, sonra Akmerkez ... önceleri yavaş yavaş yapılan alışveriş merkezleri, nedense son yılların yükselen trendi olarak bir anda her boş alanı doldurmaya başladılar. Bu arada tabii ki yurtdışının büyük marketleri de birer birer gelmeye, küresel alanda yerlerini almaya, kültürümüze yenilikler getirmeye başladılar.
Her boş alan dolunca ne oldu? Artık toprak kokusu duyulmaz oldu, doğanın sesleri otoparkta yer arayan arabaların motor ve korna sesleri arasında yok oldu. Eski insanların doğaya bakıp neler olduğunu anlamaları, sembollerden geleceği okumaya çalışmaları, eşzamanlı işaretleri görmeleri artık bir şehir efsanesi oldu, hatta öyle bir efsane ki, insanlar bunların varlığını öğrendikten sonra kişisel eğitim kurslarına gitmeye başladılar, yani içimizdekileri artık kurslardan öğreniyoruz.
Doğadan kopunca yavaş yavaş duygularımızdan uzaklaşmaya başladık. Alışveriş merkezlerinin spot ışıkları altında, ellerimizde poşetlerle dolaşırken kendimizi bir pop ya da sinema sanatçısı gibi hissetmeye başladık, içimizin boşaldığını, ruhumuzun üstüne pantalonlar, t-shirtler, mantolar serdiğimizi farketmeden kendimize yabancılaştık.
Reklam filmleri çeken ve sonra işini bırakıp kendini kişisel eğitime veren arkadaşım, reklamlarda duygu satıldığını söyledi. bunu al, bunu hisset; bunu al, böyle ol... Reklamlarda dayatılan sloganlara bir dikkat edin, bu çorabı giy, böyle ol... Seksi olmak için o markayı almam gerekli, ama kimse bilmiyor ki, seksilik içten gelir, yoksa ancak 'köyden indim şehire' imajı olur. Eee, siz bunun içten gelmesi gerektiğini bilirseniz, ne olur? O çorabı almaya ihtiyaç duymazsınız artık, aksine kendinizi seksi oldurmaya çalışırsınız, bu da çorap almakla olmayacağı için, o markanın satışları azalır. Ne gerek var? Önemli olan ekonominin yürümesi, sizin kendinizi tanımanın ekonomiye ne katkısı olacak? Sanırım, hiçe yakın dersem abartmış sayılmam. Bu durumda, ekonominin yürümesi için her yol mübah, yani siz kendinize yabancılaşın, duygularınızı alışveriş merkezlerinde bulmaya çalışın...
İşte aslında alışveriş merkezinin temelinde demir çelik yerine bizim ruhlarımız yatıyor.

14 Ekim 2010 Perşembe

Yaş almak

Ne zamandır yaşımı düşünüyorum ve ne zaman bu yaşa geldiğimi... Ergenliğim sanki bitmemiş gibi şimdi kızımla yaşıyorum. Ona baktıkça kendimi görüyorum ve dışarıda benim yanımda yürümediğinde ona kızamıyorum, çünkü onu anlıyorum.
Eskiden benden büyükleri dinlediğimde, neler de anlatıyorlar diye imrenerek ve aslında bunu nasıl da becerdiklerini pek anlamadan dinlerdim. Şimdi anlıyorum, ne kadar yaş o kadar fazla anı, amaaaaaa tabii yaşadıysan... her günü bir öncekinden daha farklı yaşamayanın ne kadar anısı olabilir ki? Bir yaşlanmak var, bir de yaş almak. Ben yaş almak isteyenlerdenim, yaşıyla büyüyenlerden olmak istiyorum.
Bugün tiyatroya gittim bir arkadaşımla ve orada yeni tanıştığı arkadaşının neler yaptığını dinledim. 28 yaşında bir erkek... gezmiş, tozmuş, çalışmış, bakmış ki olmuyor, üniversite okumayanlar ikinci sınıf muamelesi görüyor, bırakmış işi, girmiş üniversiteye... üniversiteyi nasıl bitirdiğini dinlemek ayrı zevk, yazdığı kopyaların nasıl hayat kurtardığı, hangi hocaya nasıl davranılacağını bilmesi, bitirdiği kurslar, vizyonu, hedefleri...
Akşam bitip ayrılırken bırakın gözüme girmesini, retinamın en derinliklerindeki yerini aldı.
Şimdi üniversiteyi bitirenler iş bulamıyorlar diye konuşuyorlar, tabii bulamazlar, vizyonları yok, hiçbir şey yapmıyorlar, kim onları işe alır?
Bunu ben söylemedim, o söyledi. Keşke her genç böyle olsa, bu yaşında kişisel gelişim, meslek kursları, sertifikalar, iş deneyimleri, insan ilişkileri, eksiklerini tamamlamakla ilgilense, kendini tamamlasa...
Bu yaşta bu kadar görmüş geçirmişlik, bu kadar anı... Kıskandım doğrusu...
Gittikçe zaman azalıyor gibi, düşünüyorum, neler yapmadan bu dünyadan gidersem gözüm açık kalır diye... çok şey var ve hiçbir şey yok. Bu dünya için bir evlat verdim, onun hamurunu yoğuruyorum, kendimi yoğuruyorum, eh arada yoruyorum da...
İnsanlara sıcak bir günaydın, minibüsten inerken 'hayırlı işler', her sabah şükretmek, yemek yapmayı sevmek, işini düzgün yapmak, bunlar standart oldu, iyice hayatıma geçti.
Acaba daha neleri katabilirim, anılarımı nasıl daha heyecanlı hale getirebilirim?

12 Ekim 2010 Salı

Kulağa hoş geliyor...

Son zamanlarda en severek izlediğim televizyon programı ' 7 günde değişim'... yüzüne bakılmayan kadınlar, yaşının çok altında giyinen kadınlar geliyorlar, önce bir camın arkasındaki görünmeyen jüri o kişi hakkında yorumlar yapıyorlar... Veeee sonra değişim başlıyor.
Değişim sırasında dişler yapılıyor, saçlar kesiliyor, boyanıyor, giyim tarzı değişiyor, alışveriş yapılıyor, gerekirse psikolojik destek alınıyor.
Bu sırada değişime uğrayan ya da uğratılan kişiden en çok duyulan şu cümle oluyor: hmmm, kulağa hoş geliyor.
Ne kadar sonucu olmayan, herhangi bir duyguya bağlanamayan bir cümle bu. Son olarak bu akşam izlediğim eski bir Amerikan filminde de bu cümleyi duydum: hmmm, kulağa hoş geliyor.
Sonu bir yere varmayan yol gibi, hiçbir duygu taşımayan, sizi cevap vermeme lüksünden yoksun bırakan, tipik bir Amerikan yorumu...
Yorumu yapıyorum, konuşuyorum, ama hiçbir şey söylemiyorum= Kulağa hoş geliyor.
Neden, bunun sonunda insana dönüp de, eeee, bunu demen de bana boş geliyor demiyorlar?

11 Ekim 2010 Pazartesi

Atasözleri, anne sözleri ve baba sözler...

Ortaokuldaydım, atasözlerimizi işliyorduk. Parmağımı kaldırdım ve söz aldım. Son derece kendinden emin bir şekilde, bazı atasözlerinin yanlış olduğunu düşünüyorum dedim. Öğretmen de gülümseyerek, örneğin… dedi. ‘Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar’ dedim, yalan söylemek kötü bir şey değildir, neden doğru söyleyen kovulsun ki? Öğretmen yine gülümsedi ve büyüdüğünde anlarsın, dedi.
Büyüdüm ve anladım, doğru söyleyeni dokuz köyden kovuyorlar, hatta sanırım artık 10. köye bile geçtiler.
İlk atasözleri nasıl çıkmıştı, çok merak ediyorum; bir süredir benden büyüklerin söylediklerini, arkadaşlarımın büyüklerinin eskiden neler dediklerini öğrenmeye, konuşmaların arasında, sohbetlerde fark etmeye çalışıyorum.
20li yaşlardayken, hata yapmaya çok meraklıydım, hatalarımı seviyordum ve hatalarımdan ders almaya çalışıyordum. 40lı yaşlara geldiğimdeyse, artık başkalarının hatalarından da ders almaya karar verdim, artık çok hata yapacak kadar zamanım olmadığını, olan zamanımı da en iyi şekilde geçirmeyi düşünüyorum.
Bu yüzden atasözlerimize de daha özümseyerek ve fark ederek bakmaya çalışıyorum.
Vakit nakittir…
Yağmur olsa tarlama yağmaz.
Terzi kendi söküğünü dikemez.
Sakla samanı, gelir zamanı…
Sizinki hangisi?

8 Ekim 2010 Cuma

Ergen kızımla tatilde...

Kışın her akşam erken kararan hava  Güneşli-Büyükdere hattındaki eve dönüş  yolculuğumun stresini ikiye katlıyor. Eve vardığımda zaten trafikle boğuşmuş bedenim helak olmuşken, bir de yemek hazırlığı, masanın toplanması, kızımın derslerinin bitmemiş olmasının verdiği sinirle ancak bir saat ve belki biraz üzeri görebildiğim kızımla tatil yapmayı dört gözle bekledim.
Erken rezervasyon reklamları çıkar çıkmaz tatil araştırmalarına başladım. Gazete ilanları, arkadaş tavsiyeleri derken, en sonunda kaydıraklı olan Magic Life’da karar kıldım.
İki yıl önce gittiğimiz otelde kızım kaydırakta kayarken ben onu denizden izlemiştim.  Birlikte yemeğe gitmiş, sohbet etmiş, havuzun tadını çıkarmış, birlikte kitap okumuştuk.  İşte yine öyle bir tatil olacaktı. Kışın yapamadığımız sohbetleri yapacak, paylaşamadığımız anları birbirimize anlatacaktık. SBS’ye hazırlanan kızımın heyecanlanmaması ve dikkatinin dağılmaması için heyecanımı kendime saklayacak, ser verip sır vermeyecek kadar anlayışlı bir anneydim ben. Kendimle gurur duyuyordum. Maddi durumum pek parlak olmamasına karşın, kızım için en güzel sürprizi hazırladığımı düşünüyor ve çok seviniyordum.
Tatile az kala en sonunda söyledim. Tabii Magic Life’ı bilmeyen kızım sadece kaydırak olup olmadığını sordu, çok da bir heyecan gösterisinde bulunmadı. Tabii ki zamanı gelince o da sevincini gözlerinde gösterecekti.
İlk vukuat uçak yerine otobüs yolculuğu ile başladı. Daha önce otobüs yolculuklarından büyük keyif alan kızım artık uçağın hızını daha çok sever olmuş, varan bir…
Ertesi  sabah annem ve  teyzem bizi otogardan aldılar. Önce teyzemin evine gittik, kahvaltı ettik. Kızım dayanamayarak, kendini havuza attı.  Artık tatil başlamıştı.
Saatimiz gelince otele gittik. Odamız hazır olmadığından biraz dışarıda beklemek zorunda kaldık. Benim için her şey yolundaydı, ancak sanırım kızımın krizleri orada başlamıştı.
Otelci olan teyzem sayesinde, en iyi odalardan birine yerleştik. Havuza yakın, ama havuz gürültüsünden uzak, deniz kokusu alabildiğimiz bir oda… daha odaya girer girmez kızımdan ilk çıkan cümle: ben burayı beğenmedim, burada sıkıldım. Varan iki…
Her şey yoluna girecek, biz süper bir tatil yapacaktık. Biraz alışması gerekli dedim kendi kendime, halbuki , burası muhteşem, çok güzel bir yer, ne güzel bir yer seçmişsin nidalarını bekliyordum.
Oyalama taktiği olarak yemeğe gitmeyi önerdim. Restoranda yemekleri alıp oturduktan sonra, kızımın gözünde nurtopu gibi iki tane yaş duruyordu. O kadar sıkılmıştı yani, ayrıca şu taraftaki gerizekalı kız da ona bakıyordu. Kızımın öz güvenini tekrar tekrar içimde sorgularken, nerede yanlış yaptım diye düşünmeye başlamıştım ve sinir katsayımı artık hesaplayamaz olmuştum.  Varan üç…
Odaya gittiğimizde kızım artık burada tatil yapmamaya karar vermişti, çünkü o aslında kaydırak da sevmiyordu artık.  Varan dört… hem havuz da sevmiyordu.
Ve artık kendimi tutamaz olmuştum. Sahile tek başıma indim ve ağladım. Benim düşündüğüm tatil bu değildi. Ne yapalım, başa gelen çekilir…. Kızımı bir dahaki yıla tatile götürmemeye karar verdim ve kararım içimde bir hafifliğe yol açtı. Bunu daha açıklamayacaktım kızıma, belki de kararlarımı son dakikada açıklamak yapılmaması gereken şeylerdendi ve ben bunu bilmiyordum. Kendimi akışa bırakarak, üzgün kızıma sarıldım ve uyuduk.
Ertesi sabah onu teyzeme göndermeyi ve otelde iki gün geçirmeyi teklif ettim. Yufka yürekli kızım bu teklife de sıcak bakmadı. Sıkılacaktı, ama otelde kalmaya karar verdi. Ondan sonraki birkaç saat kızımın Oscar’lık rol kesmesiyle geçti. Mutsuz ama benim hatrıma mutluluk oyununu oynayan kızımla, denize girip dalgalara karşı dalıp çıkarak, kendi kendimize oyunlar üretmeye çalıştık. O sırada eli işte gözü oynaşta dedikleri türden kızımın gözünün çevredeki çocuklara kaydığını gördüm ve birden acı gerçekle yüz yüze geldim… hayır, acı gerçek yüzümde bomba gibi patladı: KIZIM BÜYÜMÜŞTÜ!
Evdeyken yaşı gereği söylediğim, kızım büyüdü artık cümlesinin gerçek anlamı o sırada birden beynimde değişik ampullerin yanıp sönmesine, yuvadan havalanan kuşların çıkardığı seslerle kafamın içinin yankılanmasına yol açtı.
Kızım artık kendine arkadaş arıyordu, ben yetmiyordum ona artık. Sonra birdenbire , kendi 12 yaşım aklıma geldi. Ben de istemiyordum annemi yanımda, tek olmak istiyordum, sadece arkadaşlarımı istiyordum. Evet, devran dönmüştü artık. 
Evde artık gerçekten ergen bir kız var ve benim bunu kabullenmekten başka bir çarem yok.
Neyse ki, denizden çıkarken ettiğim dua tuttu ve kızım denizden çıkarken gördüğü ,spordan tanıdığı iki kız arkadaşıyla can sıkıntısını bırakmış olarak yanıma geldi.
Tatilin sonunda kız arkadaşlarının annesi ve teyzeleriyle beni tanıştırdığı için beni asosyallikten kurtarmış olduğundan dolayı kendiyle gurur duyuyordu. J

Gezmek ne demek?

Gezmeyi özledim. Alternatif bekar bir anne olarak, boşandıktan sonra kendimi kurslara atarak paramı fazlasıyla ve önceden harcamış biri olarak, şu anda gezme özgürlüğümü olabildiğince kısıtlamış durumdayım.
Gezi bölümüne bir yazı yazmayı düşündüğümde, önce neyi yazabilirim diye sorguladım, sanki yıllardır hiç gezmiyormuşum gibi geldi.
Sonra biraz düşününce…
Birden Ayvalık Cunda adasındaki Aynalı Kahve’deki yorgun yüzleri gördüm, aynadan yansıyan yüzlerde birikmiş duyguları, daha önce oraya girmiş olan turistlerin geçiciliğini, orada yaşayanların kalıcılığını ve orada yaşayan kadınların hiç oraya girmediklerinden olmayan yüzlerini…
Assos’taki kahveden aşağıya bakıldığında uçsuz bucaksız manzarayı, İstanbul’da artık bulunmayan boşluğu…
Sinop’a yaptığımız gezide, gecelerin canlılığını, herkesin sokaklarda oluşunu, savaşın ruhunun hala orada gezindiğini…
Üniversitedeyken gittiğimiz İzmir’de bir yerlerden okuduğum kumrunun nasıl bir şey olduğunu görene kadar ne kadar dolaştığımızı, alt tarafı susamlı bir ekmek arasındaki peynir ve domatesin ne kadar ünlenebildiğine şaşırdığımı hatırladım.
Sonra birden kafamda gezi=yolculuk sözcükleri belirdi… hmmm, yolculuk, yani yolda olmak, yolcu olmak…
Ve birden fark ettim ki, aslında her gün ayrı bir yolculuk:
-her gün Büyükdere-Güneşli arasındaki yolda toplu taşıma araçlarında karşılaştığım insanların Assos’ta sokakta kekik satan adamdan ne farkı var benim için?
-uyurgezerlerin yaptığı yolculuklar gibi gezmeler ister miyim? Ya da hayatı bir uyurgezer gibi hiç farkındalığım olmadan geçirmek ister miyim?
-astral yolculuk yapmak nasıl bir şeydir, acaba hiç başıma gelmiş midir, yoksa aslında uykumda hep rüya gördüğümü mü düşünüyorum?
-koyduğum hedeflere giderken yürüdüğüm yol bana neleri öğretiyor?
-içsel yolculuk aslında en büyük macera değil mi?
-hayat yolumu tam buldum mu? Bu yolda çevre temizliğine ne kadar önem veriyorum, ne kadar dikkat ediyorum?
İnsanlar neden gezilere giderler? Neden yolculuklara çıkarlar? Biraz oldukları ortamdan uzaklaşmak, biraz kafa dağıtmak, biraz dinlenmek, biraz öğrenmek, biraz görmek, biraz değişiklik, biraz farkındalık… hepsinin ayrı tadı var, ayrı ayrı ya da hepsi bir arada nasıl güzel bir baharattır bu, hayatımıza kattığımız… Oktay Ekşi’den okuduğum çok eski bir yazıda, nereye gidersen git, kafanı da beraberinde götürdüğünde aslında o bir gezi değildir, gibi bir cümle vardı, onu okuduğumda bana soğuk duş etkisi yapmıştı. Gittiğimiz yerlerde de aynı kalıyorsak ve hiçbir şey görmüyorsak, fark etmiyorsak, o zaman gitmenin, gezmenin ne anlamı var? Bunu zamana uyarlayarak olabildiğince cep telefonumu yanıma almadan tatil yapmaya çalışıyorum. Bu yüzden de tatile çıkanların deniz kenarında çalan cep telefonlarına büyük bir istekle cevap vermeye çalışmalarını üzülerek seyrediyorum, ben önemliyim, bensiz işler yürümez diye bağıran egonun sesi her zaman esen yelin, sahile vuran dalganın sesini bastırıyor.
Çok gezenlere hep imrenmişimdir, iş yerinde monitörümün alt kısmında genelde gitmek istediğim yerlerin bir listesi vardır, bazılarına gitmeyi başardım, ama hala gitmek istediğim Eskişehir ve Kastamonu gezileri sırada bekliyor. Sinop gezisini yaptıktan sonra her yıl en az 3 günlüğüne bir şehre kızımla birlikte gitmeye karar vermiştim. Sadece yataklı trenle Ankara gezisini gerçekleştirebildik henüz, ama can çıkmayınca umut bitmezmiş. Hala zamanım var. J
Bu arada üniversiteden sonra bir türlü yapamadığım Interrail gezisi içimde ukte olarak duruyor, ama sonraları 55 yaş üstü insanların da bu geziyi gerçekleştirme haklarının olduğunu öğrendim. Hala zamanım var. J
Bir de aslında dini açıdan değil, ama enerjisi yüzünden yapmak istediğim Ümre gezisi var. Enerji işlerine girdiğimden beri Mekke, Medine civarına giden insanların oranın enerjisinde çok değişik şeyler hissettiklerini ve bir neden yokken ağlamaya başladıklarını duyuyorum ve merak ediyorum. Bu arada 40 yaş altı kadınların ümre ve haca tek başına gitmeye izinleri olmadığını duydum.
Ömrüm bir çok yeri görmeme izin vermeyecektir diye düşünüyorum. Bir aborjin köyü görmek çok muhteşem olabilir örneğin ya da bir Kızılderili köyünde birkaç gece kalmak… bazı kişiler vardır, belgeselleri ve başkalarının gezdiği yerleri televizyondan seyretmeyi severler, nedense içimdeki protestocu Banu ortaya çıkıp, öyle zamanlarda televizyonun kanalını değiştirmeyi seviyor. Hatta gezi programları yapan ve sunan kişilere bu konuya özel , sinirlenen bir tarafım var. Sanırım onların yerinde olamadığım için yoksaymayı seçiyorum. Hem para kazan, hem gez, hem tadını çıkar, sonra da aman çok yorucu diye hayıflan… içine girince illa ki, yorucu ve sinir bozucu tarafları vardır, ama bu taraftan bakınca hiç de öyle düşünemiyorum, kusura bakmasınlar…

7 Ekim 2010 Perşembe

Artık kendimi tuz kadar seviyorum.

Tarih: kitap yazma isteğimin doğduğu zamandan yıllar sonra, isteğimin icraata dönüştüğü ilk gece


‘ keşke şimdiki aklım olsaydı’ diye bir radyo programı vardı eskiden öğle kuşağında, reklamlar arasında verilirdi. Ben de reklamları sevdiğim için onu da arada dinlerdim, ama şimdi aklıma gelen hiçbir şey yok o dinlediklerimden. Yine de ‘keşke şimdiki aklım olsaydı’ dediğim çok şey var.

Bu aralar kendimi yine kötü hissediyorum. Keşke’ler ve iyi ki’ler arasında gitgeller yaşayarak günlerimi idame ettirme modundayım.

Bugün kızım yeğenimi severken kıskandı. Artık yeğenim kızım olmalıymış ona göre.Artık ben onunla oynamıyormuşum. En son onunla dört yaşındayken oynamışım. Herhalde insanın tek çocuğu olmasının en zor yanlarından biri de bu. Paylaşılmak istenmemek. Bu durumun üstüne gitmek gerek. Yoksa ne yapacak bu çocuk büyüdüğünde? Sürekli mutsuz yaşanmaz ki, kimseyi kimseyle paylaşmadan.

Nuran teyze demişti ki, kızım kocanı ailesiyle paylaşmayı bilmen gerek Ben de onun öğüdüne uydum, ama ben paylaşımı biraz abarttım sanırım ve herkesle paylaştım. Hatta kendimden başka , başka herkese bıraktım onu. Sonuç: şimdi yalnızlığımı paylaşmam gerek.

Günün tavsiyesi: her şey kararında güzel, azı karar, çoğu zarar...


Tarih: yaşasın, kendime ilk giyişte pantolon almayı becerdim mutluluğunu yaşadığım gün

Bugün alışverişe çıktım. Daha çıkmadan kanter basmıştı, o ‘giy-çıkar, yine üstüme olmadı’ stresi yok mu? Alışveriş’i sadece sinir alışına çeviriyor. Ama ama ama bugün giydim ve oldu.
Ben de bu mutlulukla kilo vermeye karar verdim. Kararı vermek kolay tabii. Birşeyi insanın yaşam tarzı yapması için çoooook uğraşması gerekli. Maalesef her şey hemen olmuyor.

Bugün deniz kenarında çay bahçesinde oturdum arkadaşımla. Yine farkettim, hep bir ‘haydi kalkıp gideyim’ durumundayım. Kucağımda çanta, ha kalktım, ha kalkıyorum, evet, şimdi gidiyorum durumu....neden ya, neden??? Arkamdan koşturan mı var ya da gitmem gereken bir yer mi var? Bir bekleyen mi var? Ölüm kalım meselesi hiç değil... neden ben böyleyim? Neden hep bir acele, eve geleceğim de ne olacak??? Otur oturduğun yerde, denizin tadını çıkar, dalgaları seyret, içine dön, aktif meditasyon yap, anı yaşa... aaaa, olur mu hiç?

Ama ben biliyorum bunun niye böyle olduğunu. Annem eskiden alışverişe çıkacağımız zaman, bir önceki akşamdan başlardı, yarın sabah erken gidelim, erken dönelim nutuklarına. Sanırsınız, dünyanın öte taraflarındaki diyarlara gideceğiz. Alt tarafı minibüse binilecek, en fazla yarım saat gidilecek, iki-üç saat mağazalara girilecek, o mağazalar da bellidir zaten baştan. Ama erken dönmeliyiz. Neden? Çünkü ev kaçıyor.

İşte bu evin kaçma hali benim içime işlemiş. Bir yerlerdeyken sürekli içimde bir eve gitme isteği ki, kimse tutamıyor beni. Bazen de haydi, haydi diyip de kendimi zorlayıp da bir yandan da kendimi o ortamdan uzaklaştıramayan bir zevk alıyorum, ama nafile, hep bir yarımlık yaşamaktayım.

Anne- babalara tavsiyem ve vasiyetimdir: çocuklarınıza vereceğiniz en büyük armağan içinde oldukları anın tadını çıkartmalarını öğretin. Anı yaşayan her şeyi başarıyor, şimdiden gelecekteki fotoğrafının rengini bile...

Tarih: yıllar yıllar sonra bikini aldığım gün

Bugün tarihi bir karar ile bikini aldım, hem de iki tane birden. Bakalım tatilde nasıl dolaşacağım ortalıkta?

Bu neden böyle? Kendimle ilgili çözemediğim bir konu daha: ben neden normal kadınlar gibi süsüme düşkün değilim? Neden illa da güzel olayım diye uğraşamıyorum? Neden ? Neden? Neden?

Ben de istiyorum, bir elimde cımbız bir elimde ayna, umurumda mı dünya dolaşmayı, ama bir oluyorsa iki olmuyor. İki gün güzel giyiniyorsam neden üçüncü gün boşluyorum? Neden kendimi sürekli bakımlı olmaya bir türlü alıştıramıyorum?

Sanırım bende östrojen eksikliği var. Başka ne nedeni olabilir? Bilen varsa bir zahmet bana bilgi versin.

Bugün ay küçülüyor ve ben bugün 10 kilo vermeye karar verdim. İnadım inat, bir kitapta okuduğum gibi, eğer intikam almak istiyorsam artık bunu ancak ve ancak daha iyi yaşayarak yapabilirim. Neden bedenime sürekli bir şeyler tıkıyorum? Sanki bedenimin her tarafından gözyaşları dökülecekmiş gibi, sanki ben sürekli yersem o delikler tıkanacak da o yaşlar dökülmeyecekmiş gibi geliyor galiba... ne çare, o delikler kapandığında başka delikler açılıyor, pişmanlık delikleri, neden yedim, yemeseydim...vs, vs, vs...

Ne var ki, hiçbir şey doyum noktasına gelmeden bitmiyor. Doyum noktasına gelen aşk da bitiyor, açlık da.

Ah, bir de bugün kızım kız arkadaşıyla seks yapmış. Oyunun ismini de tepeleme koymuşlar. Horoz gibi birbirlerini tepelediler herhalde. Bu konuyu biraz deşmek mi gerekli, yoksa oluruna mı bırakmak? Ne kadar zor kararlar bunlar? Ben isterim ki, kızım ileride seksi sevsin, seksten zevk alsın. Bedenini sevsin, göğüslerinden utanmasın, onları benim gibi yaz sıcağında sarıp sarmalayıp gizleme gereği duymasın.

Herkes bir şekilde büyüyor, ama büyürken iç fanusları ne kadar kırılıyor, kimse bilmiyor. Hatta kendileri bile... biraz farkındalık yaşayabilirlerse hayatın bir basamağında, yakalıyorlar o kırılma noktasını, ama bakan bir körlük varsa nafile, kaç hayat da geçse, ortada kuyu var, yandan geç misali farkındalığın farkına varılmadan geçiyor günler...

Hala çok heyecanlıyım aldığım bikiniler yüzünden...

Tarih: sadece güzel bir gün

Bugün pek bir şey olmadı.

Çalıştım, çalıştım, çalıştım...

Akşam kızımla arkadaşıma gittim. Bahçede güzel bir yemek yedik, ama en güzeli sohbetti. Eşzamanlılık, kader, alınyazısı, rüyalar...insan düşündükçe nasıl çıkmaza girer? İnsan hayatı neden bu kadar allengirli? Düşündükçe neden daha çok karışıyor?

Hangi işareti dikkate alsaydım bugün hayatım nerelerde olurdu?

Hamileyken bırakıp tatile giden bir kocadan sorumluluk sahibi bir baba, ailesinin yanında olacak bir adam çıkmayacağı belliyken yıllar sonra, ama sen bana izin vermiştin, neden şimdi bunu konu ediyorsun ki, diyebilenin sorumluluğunu niye işaretleri görmeden üstüme aldım sadece? Sevgi bu mudur?

Bağlılık, bağımlılık... dahilik ve delilik...normallik ve anormallik.. sadece incecik bir çizginin üstünde yürüyoruz. Biraz yalpalayıp denge gidince, her şey mahvoluyor. O dengeyi tutturabilen var mı?

İçimdeki hınç ne zaman bitecek? Ne zaman geçmiş aklıma geldiğinde sadece dudaklarımın kenarında hafifçe bir kıvrılma olacak? Gözlerimdeki hüzün sönecek mi? Ya da ağlama isteğim kendini hiçliğe bırakacak mı?

Zaman her şeyin ilacı ise demek ki, benim yasım hala bitmedi. Ben bu yası sonuma kadar tutmak istemiyorum, ama sonuna kadar tutmadan da sonlayamam.

Tarih: tatil bitti, bir sürü de iş birikmiş, of kim uğraşacak modunda olduğum gün

Gidiyoruz, gideceğiz, az kaldı derken tatili yaptık da geldik sonunda...

Hiçbir şey yapmadan geçen beş gün, kızımın peşinde, aman ya başına bir şey gelirse diye geçirdiğim beş gün geçti. Bazen gerçekten çok pimpirikli olduğumu düşünüyorum. Ya düşerse, ya kaybolursa, ya uyanır da beni göremezse, korkarsa diye diye yanından hiç ayrılmadım neredeyse...

Tatilde sadece etrafı gözledim. Turistlerin çocuklarıyla ne kadar ilgili olduklarını, fazla yemek yemediklerini, sakin sakin oturduklarını gördüm ve nasılsa sakince anın tadını çıkartabildim.

Tatilin en güzel yanı bol bol yüzmekti. Suda olmak benim için ne kadar güzel bir terapi...susuz bir yaşam düşünemiyorum.

Tarih: astroloji öğrenmeye başladığım ilk gün

Bugün astroloji seminerine başladım. Bu harika bir olay. Sembolleri okuyabilmek ve gezegenlerin hayatımıza getirdiği enerjileri bilerek ve bilinçli olarak yönetebilmek, kısaca hayatını yönetebilmek. Kısa yoldan eksik yönlerini tanıyarak, onları geliştirmek. Bu durumda aslında her psikoloğun da biraz astrolog olması hiç fena olmazdı.

Akşam eve gelince sembolleri biraz yazarak çalıştım. Kızıma sürekli yazarak çalışmasını salık veriyorum. Bu sefer de ben uyguladım, yanyana oturarak ders çalıştık. O da umarım artık okul başlayana kadar çarpım tablosunu ezberler.

İnsan çocuğu olmadan neler hayal ediyor? Akıllı olacak, beni yormayacak, derslerini şöyle güzel yapacak, işlerini böyle halledecek...sonra da gelen varlığı yeterince kendimize göre yoğuramayınca sinirleniyoruz. Neden bu kadar haksızlık yapıyoruz? Bize yapılanların acısını mı çıkarmaya çalışıyoruz?

Aborijinlerle ilgili bir kitap okumaya başladım ve insanlık olarak ne kadar geride olup, ne kadar komik olduğumuzu farkettim? Bazı uygarlıklar nasıl da herşeyi biliyorlar? Kızılderili olmayı da isterdim. Eğer kızılderili olsaydım, adım ne olurdu acaba? Sıkıntılı anında dünyaları yiyen pisboğaz kadın mı yoksa ayışığında yanakları ışıldayan güzel mi? Ya da boynuzlu kalbi kırık, hıncını kendinden alan kadın mı? ...... kim bilir??

Tarih: kızımın 8. yaşgünü

Kızımın 8. yaşgününü kutladık bu akşam. Babasıyla birbirimizi yok sayarak, ayrı odalarda oturarak...

Kızım akşam uyumadan, ben babamı istiyorum dedi, iki gözünde yaş vardı.

Bu da onun bana doğum armağanı oldu.

Tarih: herhangi bir gün...

Aslında senden niye nefret ediyorum, biliyor musun? Kendime kızgınım da ondan...

Neden seni hala seviyorum diye, neden hala seni düşünüyorum diye. İçimdeki yaralara parmak basıyorsun diye. Benim yapamadıklarımı yapıyorsun diye. Benden önce Atina’yı (yıllarca gitmeye çalıştığım halde) ve Amsterdam’ı ve Kızıl Meydan’ı gördün diye.
Telefonun benimkinden çok çalıyor diye, seni beni arayandan çok arayan var diye.

Diye, diye, diye....içimdeki yaşanmamışlıkların yerini dolduramadığımdan hıncım aslında.

Şimdi isterdim ki, yatakta sana sarılayım, bir de öpeyim üstüne, sonra da bütün hücrelerimi yatağa serip uyuyayım. Uykumun arasında parmaklarımın ucunda hissedeyim...

Onun yerine yatağa serilip kitap okuyacağım. Uyku gözümden akarken, uyuyacağım.

Yarın okullar açılıyor. Gazetelerin ve haberlerin manşeti gibi: Maraton başlıyor...

Tarih: okulun ilk günü...

Hava açık ve güneşliydi. Okul yolu harikaydı. Yine çok bekledik. Yine çok konuşuldu. Yine organizasyon kötüydü, ama ...yine kızımız ağlamadı. Bugün sınıfına daha özgüvenli girdi.

İkinci sınıfa nasıl başladığımı hatırlamıyorum, ama birinci sınıfın ilk günü beyaz rugan ayakkabılarımın ayaklarımı nasıl sıktığını hala hissedebiliyorum.

Maalesef ayaklarım taraklı. Bir ara herkesin ayaklarıma bakıp da, aman aman ne tombul ayakların var, demesinden gına gelmişti. Hatta öyle sinirleniyordum ki, ayağımın üstündeki eti çimdirip, hayır bak işte, sadece kemik diyordum. Kime neyi kanıtlıyorsam??? Herkes inanmak istediğine inanıyor. Herhalde diğer herkese göre de ben kendimi kandırmış oluyordum! Ne komik!

Tarih: itiraf gecesi

Yıllar önce bir itiraf okumuştum. genç bir adam, ölmüş eşinin 5 yıllık evliliği boyunca, her yıl çekilmiş fotoğraflarının konduğu çerçevelerin içinde, eşi tarafından yazılmış o yıla ait mektupları bulmuştu. Birinde adamın bir 14 mart günü kadına her zamankinden farklı baktığını yazmıştı. Meğer o gün adamın kadını tek aldattığı gecenin sabahıymış. nedense ben bundan çok etkilenmiştim. herhalde aldatılmalarımın çoğunu anlamadığımdan. Şimdi o kadın rahmetli, adam nerelerde ve ne yapıyor diye merak ediyorum. Ve o kadının yerinde olmayı istiyorum.

Tarih: bilmem, bugün ne günü olsun? Günü

Bugün kızımı okula gitmeye razı etmeye çalışarak başladım güne. Sonra kan ter içinde kalarak, işe gittim ve tabii ki trafikle boğuştum.
Kafamda binbir tilki dolaşıp kuyrukları birbirine dolanmış ve birbirleriyle kavga ederken, ben de kendimle kavga ettim. Nedir bu geçmişten çektiğim? Daha doğrusu,nedir bu kendi kendime çektirdiğim? Öğrendiklerime göre kendi yaptıklarımdan sorumluyum. Bu bir yerde iyi, insana güç veriyor, bir yerde de dayanılmaz kötü. Kimseyi suçlayamıyorum artık, başıma gelenlerden,çünkü her şey öyle ya da böyle benim seçimim. Artık seçimlerimi de ona göre yapmaya çalışıyorum.
En yakın arkadaşımın mail şifresi kırabildiğini öğrendim. Artık ben de şifre kırmayı öğrenecegim. İçimde kalan bir şeyleri halletmenin zamanı şimdiymiş demek ki, şimdi çıktı karşıma bu fırsat. Bundan üç yıl önce şifre kırdırmaya çalışıyordum halbuki...acaba çok acı çekecek miyim?ya da becerebilecek miyim bu işi demek daha doğru....

Tarih: yağmurlu bir gün.
Kadın eline adamın sevdiği vazoyu aldı. Önce yere fırlattı. Vazo kırıldı.
Kadın gidip tamir çantasından çekici çıkardı, vazonun büyük kırık parçalarını kırmaya başladı.
Adam şaşkınlıkla kadını izliyordu.
Kadın vurdu, vurdu,vurdu...
Kırıkların üzerine iki damla gözyaşı düşerken, doğruldu kadın.
Çekici yere attı ve adama döndü.
Bu parçaları yapıştırıp, vazoyu eski haline getirebilirsen birlikte oluruz, dedi.
Ve gitti...
Tarih: Atılgan’ın seyir defterindeki en beyaz sayfanın üstünde şöyle yazan gün: seks kardeşliği
Bugün aylar ve belki de yıllar sonra seks yaptığım ilk gün olarak yaşam kaydıma geçirildi. Hem de, dünyada bir tek ikimiz kalsak, yine de olmaz dediğim kişiyle. Olsun, güzeldi.
Ben o oldum, o da ben. Ruhumdan zevk aldım. Çok bırakamadım kendimi, ama isterdim. Belki bir dahaki sefere. En azından, hala yapabiliyorum’u keşfettim. Diğer keşifler de başka zamana kalsın.

Tarih: kuş olup uçmaya karar verdiğim gece
Bazen insan kendini şarkılarda buluyor. Kayıp parçalar yap-bozların üstüne şarkıların dizelerindeki arada kalmış sözcüklerden kopup geliyor.
Aynı Göksel’in şarkısındaki gibi: ben bu gece karar verdim, kuş olup gökte uçmaya, gördüğümü, duyduğumu sonunda anlatmaya...hep tutuk kaldı bir yerlerim, hep sustum, ama artık patlamaya hazır bir bombayım gibilerinden sözleri var. Ne yazık ki, şarkıları hiçbir zaman ezberleyemedim.
Son günlerde bir de Kıraç’ın eski şarkıya yeni yorumuna takık durumdayım: gülmek için yaratılmış gözlerde yaşlar niye, sevmek için yaratılmış kalpler bomboş niye?
Niye olacak yakışıklı adam, hiç kimsenin arayışı bitmedi ki, hep daha iyisi, hep en iyisi derken insanlar ellerindeki bulgurdan olunca, iyisini hala bulamadım’ın üstüne bir de, elimdekini yitirdim acısını ekleyerek yaşadıklarından. Maddiyat maneviyatın önüne geçtiğinden, aç ruhlar aç kurtlar gibi, et peşinde koştuklarından, onun arabası var, ama ruhu yok söylemini doğrulamak için sabah kalkar kalkmaz banyoya kusmaya koşan ayaklarının üzerindeki zevksiz kalplerine her aldatışta bir hançer saplandığından...
Bir de Candan Erçetin şarkıları var, çok sevdiğim.yaaaalllaaaaan, başkası yalan, dünyada ölümden başkası yalan...yalan diyen beni karşısında bulur artık. Eskiden bu şarkıyı karamsar, insanı doğmadan öldüren cinsten arabesk bulurken, şimdi ayrımsıyorum ki, her gün ölüyoruz ve her sabah tekrar doğuyoruz. Her yaşadığımız aslında içimizde bir şeyin ölmesine yol açıyor. Verdiğin gülücük, mutsuzluğu öldürüyor. Verdiğin öpücük sevgisizliği öldürüyor. Verdiğin el, yalnızlığı öldürüyor. Eh, ölüm varsa doğum da var. Her şey karşıtıyla olmak zorunda, ne güzel ki...
Yeni Türkü’nün Resim adlı şarkısında hatırlayamadığım bir dizede giden mi suçludur her zaman, yoksa kalan mı diyordu...sonra da kafamda nedense bomboş geçen iki saniyeden sonra, giden de bu yüzden gitmiştir zaten diyordu şarkıda...fiziksel olarak giden sendin, manevi olarak ise ben gittim, seni ben boşadım. Ama sen o kadar komik bir adamsın ki, seni boşamamı bile kendine yontup, sana köpek muamelesi yaptığım bir gün bana, iyi ki senden ayrılmışım dedin. Eh, holografik evrende sen bensen, ben de sensem, beni yormadığın için teşekkür ederim sana...

Tarih: ne zaman kurtulacağız bu trafikten, bacaklarım tutuldu günü(keşke bu bacak tutulmaları güneş tutulması kadar seyrek olsa...)
Adam dedi ki, bir tek yüreğim kalacak bu diyarlarda.
Belki yanından geçtiğin ağacın titreyen yaprağında hissedeceksin onu, belki de bacağına konmak isteyip de korkup kaçan kelebeğin kanatlarında.
Kadın dedi ki, yüreğimin çırpınışlarını armağan ediyorum sana.
Her nefes alışında içine dolacağım, hücrelerinde dolaşacağım kanınla.
Adam kadının elini tuttu, kadın adamın elini öptü. Burnundan çıkan sıcaklık, adamın elinden yüreğine ulaştı, kadının kalbini ısıttı.

Tarih: senaryolarla tatmin olma modu
Adam gece eve gelmez. Bardan çıkarken koluna giren kadının evinde uyanmıştır.
O sırada kadın, defalarca aradığı cep telefonunu son kez çevirir.
Adam uykulu bir sesle telefona çıkar, ne diyeceğini bilememektedir.
Kadın, çok neşeli bir sesle, günaydın demek için aradım, der.
Telefonu kapadıktan sonra birkaç giysisini alarak, önce işe, sonra da adamın aklına gelmeyecek bir yere gidecek şekilde arkasına bakmadan kapıyı yavaşça kapatarak evden çıkar.

Tarih: birden aklıma geldi de, merak ettim doğrusu düşüncesinin aklımda zalimce uçuştuğu gece
1)Bir arkadaşım vardı, kızımın doğum annesiydi. Hatta adını kızıma göbek adı diye koymadık da, sonradan çok üzülmüştüm. Yıllar sonra bu arkadaş, eline doğan çocuğun yaşgününde, eline doğan çocuğun babasına sarktı. Neymiş, her şerde bir hayır vardır. Bir şeyler oluyorsa nedeni vardır, üzülmemek gerekli..
Şimdi ne yapar bu arkadaş? Acaba bu arada eline başka çocuklar doğdu da, onların da babasına sarkmakla mı geçiyor zamanı? Merak ettim.
2)Bir zamanlar genç bir bayan vardı, bir adamı karısından ayırmaya kalkmıştı. Allem etmiş, kallem etmiş, adama kadın hakkında demediğini bırakmamış, adam dediğine göre o genç bayanla hiç birlikte olmamıştı, bir yemek dışında.
Yine de merak ederim, adam bu kadınla birlikte oldu mu?
3) Hani arkadaşlar vardır, içtiğin yediğin ayrı gitmez de, saniye ayrı kalsan özlersin, yıllarca görüşmemiş gibi. Sonra bir gün bir nedenden görüşmez olursun ve bileyli bıçak keskinliğinde biter arkadaşlığın. O zaman anlarsın ki, o arka-daşlık değil, yüz-daşlıktır aslında.
Acaba o, hala arkadaşım dediği, yoldan çıkaranlarıyla hala görüşüyor mu? Merak ederim. Hoş, artık çıkacak yolu da kalmadı ya..
4) Merak ederim, hayatıma bundan sonra girecek adamın burnu nasıl olacak? Ya da gözlerinin arasının uzaklığı kaç cm. olacak? Hatta ve hatta nerede karşılacağız?

Tarih: şifre kırıldı, kalbimi de kırdı..gününün üç gün sonrası..(etki sonucu önce gülme, şok sonrası ağlama devresi)
Kadının içindeki hain gülüşlü Medusa konuşur:
Uyan da balığa çıkalım be güzelim! Sen de ne salakmışsın yahu??? Marka gençliğinin tipik rap hareketi eşliğinde ve melodisinde, yok böyle bir şey yaaaaa....
Adam meğer uzaklara gitmeden kırmış geçirmiş kendi deyimiyle alemleri...Meğer kafasının içinde beyin yerine porno resimleri doldurmuş olan sevgili kankasının deyimiyle kırıkları’nın sayısı, gelmiş geçmiş cumhuriyet tarihimizde hiçbir bakanın ya da başkanın alanları dolduramayacağı kadar enginlere sığmaz, taşar adetteymiş.
Uyu güzelim uyu. Adam sana duygusal ve fiziki tokatları atmasa, zaten harbiden yüz yıl uyuyacakmışsın da, hiçbir prens gelip uyandıramayacakmış seni.
Pekiyi, bir adam karısını bu kadar çok aldatır ve ihmal ederken; kadın da salak salak evde otururken, benim de bir arkadaşa ihtiyacım var derse ve bir arkadaş bulursa kendine (dikkat çekerim, sadece arkadaş, kırık ya da çatlak falan değil, ama arada tabii seks de konuşulsa..) adam karısına hangi yüzle aldatılmış mazlum muamelesi yapar??? Yolu açmışsın be adam, karın da izinden gelmiş. Ne kızıyorsun ki?
Eeeey ahali, bundan sonra oturula ve düşünüle ki, penisi büyük-beyni küçük erkekler, ellerindekinin değerini neden bilemezler?
LCV: www.cokdusun-azkonus.com’u tıklayınız.
Sevgili erkekler, havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız iyi olsun edasındaki seksiliğinizle kırdığınız cevizler gökten üçer beşer kafanıza yağa da, kafanızda açılan deliklerden içeriye biraz akıl gire...duasıyla bugünkü programımız sona ermiştir, sevgili okurlar.
Tarih: mevsim dönümünde sabah serin, akşama doğru havası sıcak bir gün
Bugün işyerinde gelen bir maile göre,
‘Evlilik yüzügü hep ayni parmagimizdadir , yani isaret parmagi, bas
parmak ya da serce parmak degil de neden yüzük parmagi...

Evlilik yüzügünü ilk defa eski Misir prensesi Nefertiti takmistir...
O yillardaki tibbin ne kadar ilerde oldugu ayri bir tartisma konusudur
ama yüzyillar sonra anlasilmistir ki, direk kalbe giden tek damar
evlilik yüzüğünü taktigimiz parmaktadir...

Baska hicbir parmagimizdan direk kalbe giden bir damar yokmus...’
Bu bilgiden sonra farkına vardım ki, yıllarca ben yüzük takmayı sevmiyorum diye alyansını takmayan, ama meyander desenli beyaz altın yüzüğü özel olarak yaptırıp, yüzük parmağına geçiren adam aslında beni hiç sevmemiştir. Ve sanırsam o yüzük de başka biri tarafından hediye olarak verilmiş olup, benim bilmediğim bir kumam vardır.
Bu bir yarısı doğru senaryo olabilir ya da tümü doğru bir senaryo ki, ikinci şık benim için çok yaralayıcı. Yaralayıcı olduğu kadar yaraladığı yerlerden bütün kanımın akmasına yol açacaktır. Neyse ki, geçmiş zaman ve neyse ki, o yüzük sızdığı bir akşam onun parmağından çıkarıldı ve ertesi gün büyük bir zevkle denize atıldı.
Bir de şu var ki, ben ona ‘Kanım’ derdim, bana yaşam verendi o çünkü.
Günün tavsiyesi: Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçiyor ya, her iki elindeki yüzük parmakları yemek yerken kontrol edilmeli. Bunun için de özellikle çatal-bıçak bir arada kullanılacak yemekler ön plana çıkartılmalı, arada erkeğin yüzük, alyans konusundaki görüşleri alınmalı, sevdiği modeller üzerinde sakince tartışılmalıdır. Bu yemek sonrasında genel bir değerlendirme yapılıp erkeğin yeterince sevip sevmediği konusunda karar verilir ve ilişkiye o şekilde yön verilmelidir:
Ya sağa sapılacak ve erkek doğru götürülüp, içeriden açılan, ama dışarıdan kesinlikle açılamayan otomatik kapıda son tekme poposuna vurulacaktır ya da sola sapılacak ve üstü beyaz tüllerle kaplı, daha geçilmeden düğün pastası görünen kapıya götürülecektir.
Tarih: hafta sonu evde geçen bir gün
Bu sabah kahvaltıdan sonra ocağı temizledim. Tam sarı mutfak bezini ucu sivri bıçağa dolamış, ocağın kenarlarındaki kirleri temizliyordum ki, bir farkındalık yaşadım. (bu da ne güzel bir kişisel gelişim sözüdür, farkına varılmaz da farkındalık yaşanır; ne demekse)
Eğer bu adam bana benim kötülük dediğim, aslında sonuç itibariyle büyüüüüük iyilik olan davranışları sergilemeyip, benim gözlerimi açmasaydı, ben hala yılın 265 gecesini evde yalnız, 158 gecesini gecenin üçünde cep telefonundan onu arayarak ve küfrederek, 100 gecesini de salondan gelen kabak çekirdeği çıtlamasının kulak tırmalayan sesiyle geçirecek ve canım kocam, ne kadar da çok çalışıyor diye düşünüp üzülecektim.
İşte bu farkındalıkla çok ama çok sevindim. Binlerce teşekkür sana...her ne kadar hala sana kötü davransam da, bana yaptığın iyiliği hayatım boyunca unutmayacağım.
Tarih: öylesine bir gün..
Bir mail vardır, bazen ortaya çıkar ve Buda’nın sözleri yazılıdır o mailde. Der ki, gözleri açık öpüşene asla güvenme. Uzun bir süre anlamadım, niye öyle olduğunu, ben öpüşürken sürekli gözlerimi kapalı tuttuğum halde...bir gün bir filmde, beyaz adam kızılderili sevgilisine sordu, neden gözleri kapalı öpüşmeli insan? Dünya öyle güzel ki...
Kadın yanıtladı: dünya çok güzel, ama gerçekten sevdiğin öyle güzeldir ki, gözlerini kamaştırır, dünyayı görmez olur gözlerin ve gözlerini açarsan, aslında kendini vermiyorsundur sevdiğini düşündüğüne....anladım ki, o beni hiç böyle sevmedi.
Tarih: alelade bir gün
Yarın ramazan başlıyor. Ben bu sefer ramazanı tersten yaşayacağım. Akşam 6’dan sonra bir şey yemiyorum. Çok fena hırs yaptım. Bir ay sonra bakalım ne olacak? Tabii ki akşamları yaşanan hafiflik çok güzel. Umarım gün içinde de hafif olmayı başaracağım.
Kendimi seviyorum. Ben süperim. Ooooohhhh, yeahhhhh!!!! Haydi eller havaya, kendimi kucaklıyorum. Doğruyum, kadınım, güzelim, seksiyim, anneyim, çalışkanım...daha ne olsun ki???
Tarih: herhangi bir gün...
Günün sözü: Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır. Her güçlü kadının arkasında, onu bir zamanlar çok kırmış bir erkek vardır.
Bugün liseden arkadaşımla görüştüm. Metrocity’de bir kafede oturduk ve içecek bir şeyler ısmarlarken, bir erkeğin yanında yapılmaması gereken bir davranışı öğrendim. Eğer bir şey ısmarladıysan, bir daha ondan vazgeçme, hele erkeğin ısmarladığını sonradan sakın sen de isteme, seni kararsız sanır.
Sanırım bundan sonraki ilişkim için bir öğretmen tutmalıyım. Hani eski Türk filmlerinde olur ya, köylü kızı şehre iner ve kentli zengin ailenin, aslında uzaktan akraba olunan ailenin veliaht oğluna ilk bakışta aşık olur, ama adam onu görmez bile. Sonra kadın gözyaşları içinde oradan uzaklaşırken, hırs yapar ve yoluna bir şekilde dans öğretmeni, çatal-bıçak tutma öğretmeni, yürüme öğretmeni ve hatta merdivenden inmeyi öğreten bir insan çıkar. Kadın günlerce kitapları başının üstünde taşır (ama arada okur mu, bilinmez). Sonra bir gün bir bakarsınız, merdivenlerden aşağı bir kadın iniyor, adam ilk görüşte çarpılıyor, hatta önüne çıkan direğe de çarpıyor.
İşte böyle öğretmenler gerek bana. Nedense hayatı kitaplardan ve anlatılanlardan öğreniyorum.

Tarih: kazanın ertesi günü
Dün akşam iş çıkışı kötü bir araba kazası yaptım. Neyse ki, kimseye bir şey olmadı. Yani kazayı yaptıran ve kazayı yapan bana. Öndeki hatalı olunca zorunlu olarak, kazayı ben yapmış oldum.
Kazadan hemen sonraki anda arabadan çıkıp adama bağırmaya başladım, ama adam o kadar şoktaydı ki, bana hiçbir şey diyemedi. Sonra ben de sustum zaten. Hatta adamın sakinliğini görünce, daha bir utandım. Ama nedense terör anları bize hemen bağırmayı öğretmiş. Hemen bağır, hemen baskın çık, yoksa yanarsın.
Neyse ki, kasko denen olay var. Fazla büyütmeye gerek yok. Alt tarafı teneke ve dört teker, ama yokluğu hemen etkiliyor. Bu kadar büyük bir kentte insanın arabası olması özgürlük veriyor doğrusu. Biraz kolu kanadı kırık gibi oldum.
Tarih: güzel ve yorgun bir hafta sonu’nun sonu
Soru: Önce birliktelik varsa, seks sonra gelir. Ama önce seks varsa, sonra birliktelik gelir mi?
Cevap: bilmiyorum.
Bu haftasonu çok yorgun geçti. Ramazan davulcusu sayesinde bölünen uykularım haftasonu bastırdı. Sonra da alt katta yapılan pimapenlerin gürültüsü öğlen uykumu böldü. Bölük pörçük, uyuyamadığım bir haftasonu geçti, gitti. Yarın sabah yine streslere uyanacağım. Olsun, kızım kek yiyecek sabah kahvaltısında. Ben yemek götürebileceğim işe ve umarım güneşli olacak hava.
Yani yaşamayı seviyorum.
Tarih: ‘üstümden yükleri attım’ günü
Geçen gün onun yaşgünüydü. Birkaç kez ona yaşgününde sürpriz yapmıştım. Bu sefer de yapmak istedim, ama tam olarak beceremedim. Olsun, yine de amacıma ulaştım.
Önce aşağıdaki yazıyı yolladım, sonra da arkadaşım sağolsun hediyesini bıraktı. Aslında hediyesini aldığında yüzünü görmek isterdim, ne demek istediğimi anladı mı acaba?
Amacım yıllarca taşıdığım üzüntülerimi, sıkıntılarımı anlatmaktı. Aslında bir yerde senin yaptıklarının acısını, sorumluluğunu, bedelini ben çektim. Kendi kendime eziyet ettim, artık yeter, al biraz da sen taşı dedim içimden ve şimdi kendimi rahatlamış hissediyorum ve öyle bir rahatlamışım ki, yüzüm sivilce doldu. Biyolojik çözümlenmede yüz öz benlik demek, benim de öz benliğim kendini buldu sonunda.
Ben bu yazımı çok sevdim:
Hani önemli olaylar olur, insanların hayatı değişir. Savaş gibi, binlerce insanın öldüğü, geride kalanların hep yarım yaşadığı ya da depremler gibi, yine binlerce insanın tüm hücrelerinde hissettikleri sarsıntılar sonrasında öldüğü, geride kalanların yaralarını sarmakta zorlandığı gibi. Bazen de bu önemli olaylar trafik kazaları olur.
Geride kalanlar, acılarını başkaları da görsün, ama yaşamasınlar diye anıtlar dikerler. Soğuk, karanlık, bazen ürperten, bazen göz yaşartan, ama bakıldığında neler yaşandığını anlatan.
Silahı omzunda, yaralı arkadaşını taşıyan yorgun askerin tunçtan heykeli gibi; vatanı uğruna ölüme koşan ve birbirini belki de hiç tanımayacak olan, ama adları şimdi bir mermer parçasının üstünde yazan onlarca asker genç gibi; parasını belki de krediyle ödemiş, daha borcu bitmeden bir tırın altında kalmış arabaların yol kenarlarında, aman ha hız yapmayın, evinize güvenle ulaşın uyarısı gibi.
Bazen insanların,diğer insanların farkında olmadıkları kendi savaşları ya da depremleri de yaşadıkları olur.
Ben işte hayatımın üç yılını böyle yaşadım. Her gece ayrı bir sarsıntı, her duyduğum yeni cümlede ayrı bir depremle ve en kötüsü de hangisinin doğru olduğunu bilmemekti ve günlerce sadece doğruyu bilmek istedim. Acı verecekti tabii, ama yalnızca bir kez ve sonunda bitecekti. Hala tam olarak bazı şeyleri bilmesem de artık gittikçe önemini yitiriyor bunlar.

Sana işte böyle bir hediye vermek istedim. Bana yaşattıklarını gözlerinle göresin istedim.

Hediyenin bir tarafından baktığında benim yürek kırıklarımı göreceksin, diğer tarafından baktığında ise bu kırıklara yol açan, benden uzaklaşmak için, her bahanede ve fırsatta beni aldattığın kadınları göreceksin.

Bundan sonra hangi tarafından bakarsan bak, hayat senin, seçim senin, seçim bedellerin seninle olacak.


----------------------------------------------------------------------------------------------------------


Bilemedim, insanı en çok hayal kırıklığının, yerine getiremediği ideallerinin yıkacağını.
Bir hayalim vardı çocukken, benim evliliğim çok mutlu geçecekti. Ben hiçbir zaman annemin günlerinde konuşulduğu gibi, kocamı kötülemeyecektim. Hiçbir zaman şikayet etmeyecektim benimle ilgilenmediğinden, her akşam kahveye gittiğinden. Bilemedim, evliliğim de kocamın gittiği barların aslında, babamın gittiği kahveden daha kötü olduğunu.

Yıllar geçti, yaşım büyüdü. Bir adam sevdim, o benimle dansettiği birinci şarkının sonunda beni sevdiğini söylemişti. Hotel California çalarken, o bana seni seviyorum diye fısıldıyordu. İnanmadım, bu kadar çabuk olmazdı ya. Zamanlar sonra, her gelen mektubunun arkasından sevmeye başladım onu, sonra biraz daha, biraz daha sevdim. Onsuz geçen her dakikamda aslında onunla örülmüş bir hayat vardı. Yaşanmamışlıkları hayallerle bezenmiş bir genç kız olarak, çevreye sanki onu sürekli öpermiş gibi gözleri kapalı bakarken geçti yıllar.

Bir gün Beyoğlu’nda ona dedim ki, ben yaşlanacağım ama asla büyüyemeyeceğim. Bilemedim, büyümeden yaşlanılmayacağını. Bilemedim, herkesin kendi öyküsü olduğunu ve hepsinin de bir yerlerinde acı ile bezenmiş mihenk taşları olduğunu. Bilemedim, benim öykümdeki taşların kalbime yumruk yumruk çakılacağını ve hatta kafama yağacağını.

Sandım ki, benim sevdiğim kadar beni sevecek. Sandım ki, benim değer verdiğim kadar değer verecek. Sandım ki, kendimi arkaya atarsam ve onu önüme katarsam, beni yanında isteyecek. Sandım ki, hayatını benimle paylaşacak.

Varsayımlarımın bilimsel doğruluğu kanıtlanamadı maalesef. Hatta beşeri ilimlerden sınıfta kaldım. Sanılarımla çalıştığım derslerden öğretmen karneme hep kırmızı bir çizik attı. Olmamış, git bir daha yaşa, iyi çalışmamışsın, aç gözlerini artık. Bir dahaki hatamda sesi daha sert çıktı öğretmenin, ama ben hep gözlerimi yumdum, kulaklarımı tıkadım. Hayır, olamazdı, benim sevdiğim, hayallerimin adamı böyle bir adam olamazdı.

Hayallerimin adamı beni aldatmazdı, hayatımın adamı hep doğruydu, hayatımın adamı her şeyin en iyisini, en doğrusunu bilirdi. Hayatımın adamı benden çok hayatın içindeydi. Bense fanusun içinde hayatı kitaplardan öğrenmeye çalışan, pratiği olmayan, ama teorik bilgilerde sınır tanımayan inek bir öğrenciydim. Peki, neden bu kadar kırmızıydı karnem?

Ve artık şimdi...

Anladım ki, sadece bakmak yetmiyor. Görünen işaretleri doğru zamanda, doğru yerde değerlendirdin değerlendirdin, en başarılı öğrenci sensin. Çalışmasan da olur aslında. Sadece an’ı yaşa, o anın söylediklerini dinle.

Ve şimdi biliyorum ki...

Adam seni hamileyken, arkadaşının yaşgününden arkadaşıyla Taksim’e uğurlayıp, hala barda eğlenmeye devam ediyorsa, o adam düzgün bir aile babası olamaz demektir.

Adam evliliğinin ilk başında, işyerindeki telefonda flörtöz bir sesle biriyle konuşurken, sen içeriye girdiğinde sesini çıkartmamanı söyleyip seni yok sayıyorsa, sana değer vermiyor demektir.

Adam seni hamileliğinin son ayında, tek başına bırakıp tatile gidiyorsa, o adam sorumluluk nedir bilmiyor demektir.

Adam sigarayı bıraktım yalanının üstüne, her akşam atletini çıkartırken, ne iğrenç kokuyor diyerek yüzünü buruşturuyorsa ve iki gün sonra elinde sigara ile yakalanırsa, çok iyi rol yapan bir yalancı demektir. (ve hatta kendisini ‘and oscar goes toooooooooo .......’ cümlesiyle şereflendirip, gazoz kapağı bir madalya takmak gereklidir böylesine)

Bütün izin aldığı dönemleri, senin yeni işe girdiğin ve izin alamayacağın zamanlara denk getirebiliyorsa, eşten kaçmanın binbir yolu kitabını yazmış demektir.

Kürtaj olduğun gün, ilaçlarını alayım gerekçesiyle evden çıkıp, kardeşine evden çatal-bıçak taşıyıp bir de üstüne saatler sonra dönen adamdan köy bile olmayacağı aşikardır.

Hayatımın sonuna kadar bu şirkette düz bir eleman olmak istemiyorum, benim ilerlemem gerek diye konuşmasına başlamasına, sen gözlerin yaşararak, evet hayatım, ben senin her zaman yanındayım diye karşılık vermene, ben Amerika’da dil kursuna gitmek istiyorum, ama sizin gelmenizi istemiyorum, yoksa bu normal bir aile hayatı olur diyerek devam eden adama kim, ah ne kadar da ailesine bağlı bir adam diyebilir?

Görmek istemedim, hep daha fazla yumdum gözlerimi. Akşamları iş çıkışı saatinde, evde beklerken, çalan telefonların onun akşam programları olduğunu çok kısa sürede öğrendim. İçimden evine gel, benimle ol diye bağırmak gelirken, kursağım kilitlenir ve kalbim acırken, ağzımdan hep, tamam çıktı. Tam-am...bilemedim, onun erkek erkeğe diye tanımlamasının içinde gizli sıfat tamlaması olarak, güzel ve çekici, bu akşam birlikte olacağı kadınlar’ın olduğunu. Sandım ki, ben evde yalnız, çocuğumuzu uyutup, televizyonun karşısında yalnızlığımı 70 kare renkli camla paylaşırken, o da erkek arkadaşlarıyla sohbet ediyor, işin stresini atıyor. Bilemedim, aldatıldığımı.

Hiç düşünmedim, yıllar sonra maillerimi gizlice taaa Amerika’lardan okuyup da, kendime onun deyimiyle sevgili, benim deyimimle yalnızlığımı paylaşmaya çalıştığım arkadaş bulduğumu bileceğini. Ve kendi yaptıklarını, beni bırakışlarını göz ardı ederek, nedenini, niçinini anlamadan, Sherlok Holmes edasıyla özelimin içine dalarak, beni çaresizlik okyanusunda boğulmaya bırakacağını hiç mi hiç düşünmedim.

İstemiştim ki oysa, aramıza giren kopukluğu giderip, evliliğimize, yıllar önce, balkonda mum ışığında yaptığımız sohbetlerin ışıltısı geri gelsin. Çocuğumuzla bir üçgen olalım ve üçgenin her kenarı diğerlerini kapsasın gönlünde.

İlkokulda teyzemin Almanya’dan getirdiği kalp biçimindeki silgilerin üstünde ‘ Liebe ist...’ diye yazılar yazardı. Anlamazdım o zamanlar aşkı nasıl tarif ettiklerini. Şimdi sorsalar derim ki, aşk birbirinin gözlerinin içine bakmak değil, birlikte aynı hedefe bakmaktır

Bilemedim, aslında onun beni ne kadar çok aldattığını, benim kazanmadığım için kendime harcayamadığım paraları, barlarda belki de sadece et olarak baktığı kadınların içkilerine ve yemişlerine yatırdığını.

İstedim ki, sevsin beni, gözlerimin içine, içinden çıkan sevgi oklarıyla baksın. Okları kalbimde her daim güller açsın istedim.

Yıllar sonra bana attığı tokatlarda, kırdığı tabakların parçalarında aradım sevgisini, ama bulamadım.

Anladım ki, iki kişilik ilişki tek başına olmuyor. Onun ‘kırıkları’ benim kalbimi kırıyor her seferinde; o sayısını bilmese de ‘kırıklarının’, ben yalnızlığımın gecelerinde, gökteki yıldızların yalnızlığını paylaşmak için uçurduğum yüreğimde aslında hep hissetmişim kırıklarını, ama kapatmışım bütün düğmelerini algılarımın.

Yıllarca kendimi suçladım, daha mı kadınsı olmalıydım, daha mı iyi yemek pişirmeliydim, yatakta daha mı işveli, cilveli olmalıydım, nerede hata yaptım, ne olsaydı da böyle olmasaydı? Onlarca soruyu binlerce kez kafamın içinde evirip çevirdim, ama bir sonuca varamadım. Bilemedim ki, birinin yüreği ve gönül gözü sana dönük değilse, sen ağzınla kuş tutsan da yaranamazsın. Bilemedim, sevdiğim adamın gözünün bu kadar dışarıda olduğunu. Oysa bilmeliydim, pasaportuna ‘bekar’ diye yazmalarını sevinçle anlatışından, nüfus kağıdını değiştirmeye gerek görmemesinden.

Ve aslında bütün yaşanmışlıkların hesabı bir gün verilecekse, o hesabı çocuğumuz çıkartacak bize.

Anladım ki, ben değer vermezsem kendime, başkası hiç vermiyor. Anladım ki, insan ne yapıyorsa, kendine dönüyor. Aldattığını düşünüyorsan, aslında aldatılıyorsun demektir. Yalan söylüyorsan, aslında en büyük yalan kendi kulaklarının duyması için söylenendir.

Veee, aslında sana yapılanı kaldıramıyorsan, kendi yaptıklarının sorumluluğunu alamadığındandır.

Bildim ki, eğer birine ders vermek ve empati kurmak istiyorsan, onun sana davrandığı gibi davranacaksın. İntikam almaya çalışmadan, sadece duygularını ve acıyan duyu organlarının kanser gibi çoğalan hücrelerini yüzüne fışkırtarak, bak ben neler hissettim diyebilmeli insan.

Sonra fark ettim ki, aslında ben bunu yapmışım. Aslında istemediğim halde, hayatımda bir kez gördüğüm bir erkeğin sularımı dizlerime kadar akıttığını, zevkini daha fazla çıkartmak için sularımı silmeden dolaşırken ve ben onun bunu bildiğini bilmezken, son karne günlerime yaklaşmışım.

Ben, çocuğunun annesi; doğumdan sonra bedenimdeki enerjiyi seninle paylaşmak istediğimde, süt kokuyorsun, seninle olamam diyerek bana ineklik duygusunu tattıran adam tarafından, yalnızlığımda boğulmadan az önce maillerimde hala nereden olduğunu tam bilmediğim bir nedenden karşıma çıkanla yatmayı düşündüğüm, ama her şeye karşın yapmadığım halde sonra, tanımadığım adamların içinde kaltak diyerek tokat atılan ben, aslında o tokatlarla uyandım, bunlar olmasaydı yüz yıl sürecek uykumdan.
Öğrendim ki, her yapılanın bir nedeni varsa, bir sonucu da var. Sonuçlarına katlanacağın şeyleri yapacaksın ki, bir sonraki dersten de geçebilesin.
Sevgili öğretmenim Hayat bilge, göremediğim halde her fırsatta ve durumda bana tekrar tekrar gösterdiğin için, ben öğrenene kadar yılmadığın için, hatalarımdan aldığım derslerin karnelerine iyi not verdiğin için, karşıma çıkardığın iyi insanların bana doğru yolda destek olmalarına fırsat verdiğin için teşekkür ederim.

Ve bir zamanlar yaşamıma ışık olan, kalbimi ona duyduğum sevgiyle ısıtan, bir daha böylesini tadamayacağım aşkımın fiziksel hali, çocuğumun babası, beni bu kadar üzdüğün ve zorla bana gerçek insanları tanıştırdığın için, iyi dediklerimin kötü olabileceğini, doğru bildiklerimin yalan olabileceğini, sevmenin tek başına yeterli olmadığını, evliliği yürütmek için hayatı paylaşmayı istemenin dışında aslında biraz da dırdır yapılması gerektiğini, almadan hep verilemeyeceğini ve bir tarafın sadece aldığı, diğer tarafın ise talep etmeden sadece verdiği bir evde aslında bir birliktelik yaşanmadığını, sürekli verenin talep etmek istediğinde, bir şeyler almaya çalıştığında ilişkinin temelden çatırdadığını ve korkunç bir gürültüyle yıkıldığını öğrettiğin için teşekkür ederim.

Biliyorum ki, ‘kırık’larının hayatlarında da zaman gelecek, ‘kırık’lar olacaktır. O ‘kırık’lar yüzünden paralar ezilecek, kimse hak ettiğini alamayacaktır. Herkes yüreğindeki ‘kırık’ fayı başkasının kalbini kırarak onarmaya çalışacaktır. Bu öyle bir çağ ki, insanlar başkalarının iyi durumda olmasını asla istemezken, kendilerine yaptıkları kötülüğün içinde iyi bir yer açmaya çalışıyor.

Diliyorum ki, bir gün beni anlayasın ve bir zamanlar hayatımdan bir kadın geçti ve ben onun değerini bilemedim diye geçiresin içinden. Diliyorum ki, kızımızın doğumunda parmağıma takmanı istediğim tek taş yüzüğü, kızına mezuniyet töreninde takasın. Diliyorum ki.....
O kadarı da bende gizli kalsın....

Tarih: 3 saatte eve gelinen gün

İşte sıkıcı bir gündü. Herkes sinir küpüydü ve günün sonunda eve üç saatte varabildim. Bütün stresimi yıkanarak attım neyse ki, ya sular da kesik olsaydı... düşünmek bile istemiyorum.

Şimdi gidip sevdiğim diziyi seyredeceğim. Bakalım ne olaylar olacak? Yarın da artık bugünün ve dizinin tartışmaları yapılır.

Yorgunum...
Tarih: bugün de bir saatte eve geldim, yaşasın duygularıyla dolu bir akşam
Bugün fazla iş yoktu. Biraz miskinlik çöktü. Neden bilmiyorum, bu sabah çıkardım. Gözlerimin üstü kendimi kasmaktan kırmızı noktalarla doldu. Neyse ki, çabuk geçecek gibi.
Bu aralar canım yazmak istemiyor. O yüzden saçmalıyorum. Gidip yatayım en iyisi.
Şu anda saat 22.22. seviyorum bu saati. Birden gözüm bilgisayarın saatine takıldı. Hala aynı, aslında zaman o kadar da çabuk akmıyor galiba.
Evet, hala aynı...acaba değişene kadar kaç nokta geçer?
Saat: 22.23 yatmaya gidiyorum (tek rakamları sevmiyorum)
Tarih: sıkıcı bir hafta sonu’nun son saatleri
Bugün kursa gittim. Kafam karıştı. Sonra pizza yedim. Ve akşam tartıldım. Herkesin bana kilo verdin demesine karşılık daha çok vermeyi düşünüyorken sadece bir kilocuk vermişim.
Bu ay daha değişik bir strateji uygulamalıyım. Bu konunun üstüne en az iki gün yatmalıyım sanırım.
Yatmaya gidiyorum. Daha fazla esneyemeyeceğim.
Tarih: ödemelerin başlayacağı aydan iki ay öncesi bir akşamüstü
Televizyon hafta sonu çalışmadı. Sürekli üstten ve yanlardan vurmak gerekiyordu. Ben de zaten kısa bir süredir televizyon alma isteği doğmuştu. Televizyonun bozulur gibi olması bu isteğe bal kaymak oldu adeta. Bu akşam işten erken çıkıp da, televizyon bayiini açık bulunca, isteğimi sonuçlandırdım. Bir de üstüne üstlük video kamera ve fotoğraf makinesi bir arada olan bir alet daha aldım. Neymiş, ödemeler iki ay sonra başlıyormuş.
Sonra gittim, bozulmakta inat eden telefonumu sattım. Aldığım parayı giderek direkt atm’den kredi kartına yatırdım. Hesabıma binen faiz kaç kuruş azalır diye merak ettim.
Eve geldiğimde televizyonu çalışır halde görünce, içime bir sıkıntı girdi. Of ki ne of, gittim yine masrafa girdim. Ne vardı sanki, gittiği yere kadar gidecekti. Sonra durumu tekrar gözden geçirecektik. Ama içimdeki Polyanna dedi ki, kendine haksızlık etme; istediğin gibi bir şey alıyorsun işte sonunda. O senin zevkin değildi, hele altındaki dolap hiç senin zevkin değildi. Biraz rahatlar gibi oldum, ama iki ay sonrasını düşününce hala içime sıkıntı giriyor. Acaba nefes alamamamdaki neden bu mudur?
Daha sonra kızımın babasının, kızına oyun oynaması için verdiği ve benim radyasyon tehlikesine karşı el koyduğum hiç de fena olmayan telefona sim kartımı taktım ve onbeş dakikanın sonunda fark ettim ki, gerekli tüm cep numaraları sattığım telefonda kayıtlıydı ve şu anda elimde tuttuğum telefon sudan çıkmış balık halini yansıtmaktaydı. Kafamı vuracak bir duvar aradım, sonra da iş başa düştü, herkesi ara sor, numaraları toparla. Akılsız başın cezasını şu ev telefonunun tuşları çekecek diye hayıflandım.
Sanırım teknolojiyle hiç ilgim yok. Belli de değil mi zaten? Sadece tuşa basmayı, arabanın kontağını çevirmeyi, çamaşır makinesinin düğmesini çevirmeyi biliyorum ve kendimle gurur duyuyorum.
Tarih: 18 yılın üstüne yeniden Trabzon nostaljisinin yaşandığı 3 günün sonu...
Trabzon’a inerken üniversite görülüyor. İlk o zaman ağladım.
18 yıl önceydi, onu üniversitenin araba yolu üzerindeki refüjün kenarına ayağını dayamış haliyle görmüştüm. Üstünde kot pantolon, o zamanın modası kahverengi bir Shetland kazak ve ayağında da lacivert spor ayakkabıları vardı. Adını söyledikleri ve beni tanıştırdıkları anda ilk aklımdan geçen ‘demek sözünü ettikleri o, buymuş’ oldu.
O günden sonra onsuz bir günüm bile geçmedi.
Sonra onu yaşgününde hayatıma girmemek üzere çıkardım geleceğimden ve son bir ritüel olarak, onu ilk gördüğüm yerde bir kibrit kutusunun içinde çizilmiş bir çöp adam olarak gömdüm. Üstüne sararmış bir meşe yaprağı koydum, nedense yaprak aklımda, kalp biçiminde olarak kaldı. Onun gerçekten öldüğünü hissettim en derin yerimde ve öldüğü için ağladım.
Trabzon’dan ayrılırken de ağlayacaktım, biliyordum kendimi tutamayacaktım. Yanımdaki bebek benim yerime ağlayınca, bana onu eğlendirmek kaldı sadece.

Tarih: tatilden sonraki ilk iş günü...
Kızım kesinlikle benim öğretmenim olarak geldi dünyama. Bundan eminim. Bir zamanlar bunun olabilirliği üzerine kafa patlatıyordum, ama artık biliyorum.
Her akşam yatağına yattığında beni yanına çağırıyor. En tatlı sesiyle diyor ki, anne biraz konuşalım. Biraz sohbet ediyoruz. Bazen sıkıntılarını paylaşıyor benimle kendiliğinden ve inanılmaz mutlu oluyorum.
Onunla kötü şeyler yaşadım, ama kızımın dünyaya gelmesi için bir vesile idiyse, görevini iyi yaptı en azından bir seferlik.
Tarih: çok yağmurlu bir gün...
Çok yağmur yağan iki günün ardından gelen yağmurlu bir gün daha...iş sıkıcıydı, nedense canım hala çalışmak istemiyor. Tam kapasiteye ulaşamadım henüz.
Yeni aldığım kitapları okumalıyım. Çok kitap aldım yine ve ne zaman bir kitapçıya girsem tutamıyorum kendimi, en az iki kitapla çıkıyorum. Neyse ki, on beş kitaptan ikiye düşebildim. Umarım yakında evdeki kitapları bitirmeden almamayı da başaracağım.
Şimdi yağmur sesinde kitap okuma zamanı... bir de çay koyayım kendime, dumanı üstünde tütsün ve kokusunu içime çekeyim. Birden keyiflendim, gidiyorum ben...
Tarih: yağmur sonrası güneşli bir gün…
Geçmişe baktığımda hep aklıma gitmem gereken zamanlar geliyor. O zaman gitseydim, sonrası nasıl olurdu? Aklı başına gelir miydi?
Gitmedim, gitmedim; sonunda gittim, çünkü bittim, kalmadım, kalamadım.
Tarih: hafta sonuna giriş zamanı...
Bugün bir dilekler günü olsaydı, yeni bir aşk dilerdim. Onunla arkadaşımın yaş gününü kutlamak için gittiğimiz lokalde karşılaşmak isterdim. Ben dans ederken yanıma gelsin ve benimle dans etsin isterdim. Bedenimin hiçbir yerine dokunmadan, ama gözlerimin içinden en derin yerime bakarak. Onunla hiç konuşmamayı isterdim o sırada. Müzik bittiğinde oturduğumuz masalara ayrı ayrı dönmeyi ve sonra gözlerimiz buluştuğunda sırtımın ürpermesini isterdim.
Müzik sona erip de gitarist ve vokalist enstrümanlarını toplarken, yanıma gelmesini ve beni elimden tutup, yaprakların hafif rüzgarda dans ederek yere düştüğü, hafif yağmurun çiselediği, arnavut kaldırımlı sokağa çıkıp birlikte yürümeyi isterdim. Hiç teklifsiz ve çok sessiz...
Konuşmak öyle gereksiz olmalıydı ki, sadece parmaklarının elimi sıkışındaki ritmden ne dediğini anlamalıydım. Ve o benim yürürken topuklarımın çıkardığı seslere göre, nefes alıp vermeliydi.
Bu işte o aşk olsun isterdim.
Tarih: eşzamanlılık üzerine düşünme günü
Geçen gün kahvemi içerken farkettim, üstündeki köpükler yanlara gitmişti ve ortadaki şekil tam bir kalbe benziyordu. Çok heyecanlandım.
Dün yıkanırken farkettim, fayansa yapışmış saç telim ucunda ipi sallanan kalp biçiminde bir balona benziyordu. Çok heyecanlandım.
Ne demek şimdi bu?
İstediğin gibi bir aşk yaşayacaksın, a şıkkı olsa.
Aslında aşk yok da, işte böyle şeylerle avut kendini, b şıkkı olsa.
Daha çok beklersin, böyle balon gibi uçtu elinden, c şıkkı olsa.
Ben a’yı seçerdim.
Tarih: seçme sözler günü...
Bir insanın fikri neyse zikri de odur. (sanırım anonim)
İki monolog bir diyalog etmez. (anonim)
Tek kişilik yalnızlık da artabilirsin, iki kişilik yalnızlıkta sadece eksilmek vardır. (benim)
Tarih: şirketçe gönüllü olma günü...
Bugün iş çıkışı, sürekli yağan yağmur altında ve sıkışık trafikte arka arkaya arabalarla ‘bağımlı çocuklar’ derneğine gittik. Yaklaşık 20 gençle tanıştık. Hepsi sokaklardan gelmiş, bir zamanlar belki hala tiner bağımlısı olan gençler. Bir tanesi sürekli gülüyordu, espriler yapıyordu. Bir tanesi ‘ben aslında kimseyle konuşmam, dışarıda dururum’ dedi. Hiç canı sıkılmazmış, ağaçlara, kuşlara bakarmış. Bir de karakalem yaparmış, malzemesi olsa, yazı da yazarmış. Onu çok sevdim o yüzden. Söz verdim, haftaya malzeme götüreceğim.
Yaşam hengamesi içinde sadece çocuklarımızı düşündüğümüzü söylüyoruz. Aslında çocuklarımız için de pek bir şey yapmıyoruz. Ya yıllar boyu bütün paramızı dökerek, kendimizden ve hayatımızdan vererek büyüttüğümüz, yatırım yaptığımız çocuğumuz bir tinercinin gaspında ölürse ya da bir bağımlının krizi sırasında hayatını kaybederse...
Her şeyin ucu bize dokunuyor, o yüzden ya hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için ilkesi. Ama biz bu cümlenin hala ‘üç silahşörler’e ait olduğunu sanıyoruz.

Tarih: stresli bir iş günü başlangıcı…
Sabah gözlerimi bir numunenin numarasını söyleyerek açtım. Sanırsınız zikir çekiyorum. Zikir olsa iyi, ama iş bazen çile çektiriyor. O sinirle kalkıp işe gittim ve herkese son stres katsayım konusunda bilgi verirken cep telefonum titredi. Hiç mesaj beklemiyordum, gelen olsa olsa bir kampanya mesajı olabilirdi. Silmek için mesaja baktığımda ilk başta kötü bir haber olduğunu düşünerek okumaya devam ettim. Sonra da yanımdaki herkese gülerek okudum:
Son dakika haberi
Ispanak ilinin maydanoz ilçesine bağlı domates köyünde acıbiberlerin pusu kurarark şehit ettiği 17 patlıcan törenle mutfağa verildi. Ayrıca yaralanan 25 tane dolmalık biber tencere devlet hastanesi kaldırıldı. Köy muhtarı karpuzun verdiği bilgilere göre 8 uzun namlulu pırasa 3 gözyas……(devamı yok).
Numarayı tanımıyorum, ama ben bana böyle mesaj çeken bir adama aşık olmak istiyorum.
Böyle esprili olsun, cıvık olmasın.
Böyle zor zamanlarımda Hızır gibi yetişsin, yoluma taş olmasın.
Böyle zeki olsun, zekiyim diye dolanmasın.
Böyle kendine aşık etsin, sırnaşmasın.
Tarih: Türk filmlerinden enstanteneler zamanı...
Televizyonda bir Türk filmi, yüzlerce kez tekrarlanan fakir kız-zengin erkek aşkı. Önce adam sevmez kadını, aşağılar. Kadın boynu bükük kalır, sonra kadının haline üzülen yakınları adamı baştan çıkarması için onu revizyondan geçirirler. O boynu bükük kadın bir anda gider, bir başka kadın gelir, omuzları dik, giydikleri son moda, hem de ne güzel taşır o giydiklerini. Adam tabii ki böyle bir kadına aşık olur. Tam mutluluğu bulacakken birtakım kötü olaylarla hooop yine ayrılık...bu sefer adam hayatının aşkından nefret eder. Nefret nedir? En çok sevdiğin tarafından kırılmak ve yaralanmanın adıdır.
Adam kadına olan sevgisini, ben onu aşkların en güzeliyle sevdim diye nitelendirir.
Allahım, çirkin aşk var mıdır? Aşkların en güzeli nasıl olur? Sonunda duyulan nefretin ölçüsüyle doğru orantılı olarak mı hesaplanır? Aşkların en güzeli yarışması yapılsa, ortalık sidikten geçilir mi, geçilmez mi?
Bu sorular bir tarafa pek tabii ki , filmin sonunda mutluluk olmalıdır ve aşkların en güzeliyle nefretlerin doruklarında zigzag yaparak dolanan erkek, kadına üç numaralı Clark Gable bakışını atar ve kadın günlerce çölde susuz kalmış da, sonunda vaha bulmuş gibi adama koşar. Kadın ve erkek yanak yanağa gülümserken ekranda ‘SON’ yazısı belirir.
Ben de bir zamanlar bazı kararlar almıştım. Hep gezecektim, evde oturduğum zamanların acısını çıkartacaktım. Yaptım mı? Hayır, yine evdeyim. Nedense evde oturup kitap okumak ve televizyon seyretmek daha cazip geliyor. Yalnızlığımı özlüyorum. Kendi kendime kalmayı seviyorum. Neden intikam alacağım diye sevmediğim bir şeyleri yapayım ki?
Tarih: herhangi bir iş günü sabahı...
Saatin çalar’ı işbaşı yaptığında daha gözlerimi açmadan, göz kapaklarımda bir resim belirdi: siyah-beyaz, savaşın nefesini üflediği yıkılmış evlerin önünden yürüyen bir erkek çocuğu.
Neden olduğunu bilmiyorum, öyle bir film seyretmedim ne zamandır, öyle fotoğraflara bakmadım ne zamandır?
Ruhumdaki yaraların izdüşümüyse gördüğüm, neden yürüyen bir erkek çocuktu? Daha önceki hayatımda ben bir erkek miydim? Savaş zamanı yıkılmış kentindeki evine doğru giderken, yaralı bir düşman askerinin korkusundan fırlayan bir mermiyle mi son buldu hayatım?
İnsanlar ölümden önce tüm hayatlarını film şeridi gibi izlerlermiş ya, ben de bunları düşünüp, sanki ölüyormuşum gibi sıcacık yataktan evin soğuğuna attım kendimi.
Pencereden baktığımda hayatın renklerini gördüm. Henüz yeşil yapraklı ağacın yanındaki tümüyle sararmış yapraklarıyla diğer ağacı, ikisinin de üstüne düşen kara bulutların aksini, bulutların arasından sanki olası bir kavgayı ayıracakmış gibi süzülen güneş ışıklarını ve hayatı düşündüm: iki farklı insan, birbirinden farklı renkleriyle kişiliklerinin aynı yere düşen gölgelerinde gülümseyerek yaşarken, bulutların gölgesiyle birazcık kararan hayatlarını bir anda kavgaya dönüştürüp, onları doğru yolu gösterecek güneş ışıklarına hiç düşünmeden baktıkları için geçici körlük yaşayıp, çözümleri gözden kaçırmıyorlar mı ve sonrasında üzüntüleri onları,sonbaharı bedenleri toprağa kavuşana dek yaşamaya mahkum etmiyor mu?
Bizimki de biraz öyle oldu galiba...zamanın tüm acıları yüreğimden silmesini bekliyorum, geçmiş aklıma geldiğinde hiçbir şey hissetmeyeceğim baharların gelmesini bekliyorum.
Tarih: gazete okudum....
Psikolojideki ‘algıda seçicilik’ olayına bayılıyorum. Sen neysen karşındaki de o, diğerleri sadece yanından giden çizgiler gibi...ben hamileyken gördüğüm bütün kadınlar hamileydi. Sonra hamile kadınlar minicik ellerinden tuttukları tatlı mı tatlı çocuklarıyla yürüyen anneler oluverdi. Yani ben...
Şimdilerde sadece çalışan kadınları görüyorum, akşamları yorgun argın evlerine dönerken ellerinde poşetleriyle. Çocukları tabii ki evde, ders yapıyorlar. Yani biz...
Bir de sürekli aldatılmış kadınlar, aldatan erkekler, kaşar kadınlar, testislerindeki spermleri oraya buraya dağıtmaktan kendilerini sorumlu tutan erkekler, kocalarını sırtlarında taşımaktan bıktığı için boşanan ve çocuğunu görememekle cezalandırılan kadınlar’ı okuyorum orada burada. Yani hepimiz...
Çocuğu doğduktan kısa bir süre sonra, çok sevdiğini söyleyen ve hamileyken kendisini çok sevdiği için kendisini hiç aldatmayan kocasından boşanan çok ünlü bir kadın yazarla, karısının hamileliğinde kendini de hamile hisseden, çok ünlü bir erkek yazar birlikte olmuş. Adam karısını bırakmış.
Bu konuda bir şeyler düşünmek istedim? Onları yargılamak istedim, hep kötü şeyler gelsin istedim aklıma. Ama hiçbir şey gelmedi. Bir yerlerim nasır mı tuttu, yoksa yaşadıklarımdan sonra her şeyi kafamda ‘olabilir’ kıldım da, onun yargısızlığı mı var üzerimde?
Zaten benim bir şey düşünmem gerekli mi? Bu konuda yorum yapmam gerekli mi? Olay iki kişi arasındaysa, bu iki kişi erkek ve dişiyse (iki erkek ya da iki dişi olmaları da bir şey değiştirmeyecek zaten) ve seks normalde iki kişi arasında yapılıyorsa, ne diye bizim yorumlarımıza gerek var? Olayın toplumsal bir yanı var mı? YOK. Bizi ilgilendiren bir tarafı var mı? VAR. Olmaz olur mu? Bir yatak olayı var, ülkenin namusu elden gidiyor, Atatürk Kurtuluş Savaşı’nı niye başlattı? Bu yatak olayları çoğalsın diye mi? Paparazzi ulusumuz iş başında, bu olay gazetelerin ilk sayfasında, hemen göze çarpan üstle orta arasında bir yerde mizanpajda yerini almış. Demek ki, önemli bir olay.
Sadece terkedilen kadının, kendini toplumun adlandırmasıyla ‘zavallı terkedilmiş kadın’ olarak görmemesini, terkedilmiş olmanın acısını en kısa sürede üstünden atmasını, güçlü ve güçlü, hatta daha da güçlü olmasını dilerim.
Tarih: işe gidiş zamanı, trafikte…
Eskiden bowlinge gittiğimiz ve artık kapanmış olan yerin önünden geçtim bugün. Birden onun kafasını 10 tane lobut olarak hayal ettim ve bowling topunu ona doğru attığımı, sonra da beyninin moleküllere ayrıldığını…
Çok hoşuma gitti.
Tarih: gelen bir mail sonrası düşünceler
Şöyle yazıyordu:

‘Bir babanın çocuklarına verebileceği en güzel hediye annelerini sevmektir. ‘
Benim kızım en güzel hediyeyi almadı. Keşke alsaydı, bu bana da yarardı.
Üniversiteden kankamın dediği gibi :
‘kendim için bir şey istiyorsam namerdim, sadece anneme güzel bir gelin istiyorum.’
Ben de babasının kızıma en güzel hediyeyi vermesini isterdim, kendim için bir şey istiyorsam namerdim.
Tarih: tarih dediğimiz rakamların en büyüğündeki değişime az kala...
Yine stresli günler geçiriyorum. Takvimin son sayfasını yırtıp atacağımız günün gecesinde neler yapacağım? Nerede ve kiminle olmak istiyorum?
Aslında gitmek istediğim ve birlikte olmak istediğim biri vardı, ama o yalnızlığını rafa kaldırdı. Benim de planlarım rafa kalktı. Onun için seviniyorum, ama yine de bencillik de var serde.
Sanki öğrenmedim, zamanından önce yapılan planların günü geldiğinde 40 takla atmış kadar değişebileceğini; sanki bilmiyorum, hayatın plansız gittiğini, planların hızla akan nehirde tutunmaya çalışan küçük ağaç dalları gibi olduğunu...
Yine de eskiden kalma alışkanlıkla plan yapmaya çalışıyorum, olmayan kişiler ve olmayan yerlerde. Hayal kurmaktan kim ölmüş? Bir de stres yapmasam...
Tarih: istiyorum… günü
Ölmek istiyorum.
Ruhum bedenimden ayrılsın, kuş gibi göklerde uçsun istiyorum.
O kadar hafiflesin ki ruhum, ellerinle tutmak istediğinde parmaklarının arasından kayıp kaçayım istiyorum.
Peter Pan gibi olayım, hep oyun oynayayım istiyorum.
Tarih: haftasonuna giriş öncesi…
Ağlamak istiyorum. Gözyaşlarım pınarlarının kapısında duruyor. Kapıyı açmak için parmakla dokunmak yeterli. Lütfen kimse dokunmasın!
Neden olduğunu bilmiyorum. Bilmek isteyip istemediğimi de bilmiyorum.
Nedensiz, sebepsiz olur ya bazen. Aynen öyle işte…
Tarih: hafif bulutlu soğuk bir gün başlangıcı…
Bu sabah anlamsız isteklere isyanla uyandım.

Geçmişi tekrar tekrar çiğneme hastalığından kusarak,
Yaşanmamışlıkların keşkelerinin başağrısından kurtulmaya çalışarak,
Yaklaşan yılbaşının önce evdeki ağaçta hissettirdiği yalnızlık duygusunun altında ezilerek,
Hiç olmayan sevgilimin olamayacağını anlayarak…
Tarih: ıslak bir sabah…
İse gidiyordum. Kendi kendime arabada çığlıklar atarak giderken yandaki arabanın da benimle gittiğini fark ettim. Sonuç olarak kapıştık, sabah sabah uyanmak için iyi bir yöntem olmasa da zevkli oluyor.
Arabanın kapısında eski kocamın adına bir inşaat firması yazıyordu.
Eğer bu eşzamanlılık ise, bunun anlamı ne?
1.) Eski kocam kendine yeni bir hayat kuruyor.
2.) Artık yeni bir hayat kurma zamanım geldi.
3.) Bu firmanın yaptığı inşaatlar malzemeden çalındığı için yıkılmaya mahkum.
4.) Eski kocam çeşitli yollarla ruhuma baskı yapmak istiyor.
Cevabını bulamadan, yeni bir soru takıldı aklıma:
TEM’de farklı yönlerden gelen iki arabanın iki gün üst üste karşılaşma olasılığı yüzde kaçtır? Bunun hesaplaması nasıl yapılır?
Çözümü bu konuya fazla kafayı takmamakta buldum.
Akşama şirketteki arkadaşa fal baktırdım. Ufukta yeni bir aşk yokmuş, sonunda yine kürkçü dükkanına dönecekmişim. Düşüncesi bile mahvetti sinirlerimi. Ruhumu ezen adama dönmek...yine de büyük lokma ye, büyük konuşma dedim. Hiçbir zaman asla deme, dedim. Ya kızımızın başına gelecek bir şey yüzünden bir araya gelmek zorunda kalırsak...ya kızım bana , anne benim için derse..
O zaman hayatımda ilk ve son kez kızıma, beni seviyorsan diye başlayan bir cümle mi kurarım yoksa başımı öne eğip verdiğim bütün savaşların kurduğu ‘ben’ binalarının yıkılışını mı hissederim içimde, yoksa kızıma düşman mı olurum? Kim bilir, belki de adamı bir gece uykusunda bıçaklar, hayatımın geri kalanını dört duvar arasında racon icabı volta atarak mı geçiririm? Kim bilir....(bilen de söyler mi sanki?)
Tarih: karlı ve soğuk bir gün sonu, karanlıkta...
Bu akşam yedim. Nasıl?
Domuz gibi...
Bu akşam buzdolabını karıştırdım. Nasıl?
Fare gibi...
Sonra pişman oldum. Nasıl?
Köpek gibi...
Herhalde birazdan uyuyacağım. Nasıl?
Tavşan gibi...
Bütün bunları ruh ve tarz-ı tavırlarımız için kullanıyorsak, biz nasıl bir insan oluyoruz?
Ayrıca tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkanıysa, o tilki, bense kürkçü dükkanı mı oluyoruz?
Eğer öyleyse ben şimdi gidip tabela siparişi veriyorum: devren satılık dükkan.
Tarih: Noel babanın gelmesine az kaldı...
Yılbaşı ağacının ışıkları yanıp sönerken gözlerimi kapadım. Işıklar kapalı göz kapaklarımdan içime yansıyordu. Kırmızı ışık yavaşça yanıp sönerken Noel baba oldu. Yanıma yaklaşıp, tuttu elimden. Ben ayağa kalkarken, müzik duyulmaya başladı: Hotel California...
Noel baba çuvalından küçücük bir kutu çıkardı. Benim gözlerimi kapalı tutmam gerekiyordu.
Kutunun içindeki sihirli tozu başımdan aşağı döktü. Işıkların rengi mavi oldu.
Boyumun uzadığını hissettim ve göbeğimin içeri girdiğini. Parmaklarımın daha düzgün, tırnaklarımın çok hoş bir renkle ojeli olduğunu gördüm.
Işıklar sarı oldu.
Üstümde çok hoş, siyah bir elbise ve ayaklarımda topuklu, ince bantlı ayakkabılar oldu birden.
Sonra çok yakışıklı bir adam belirdi. Gözlerimi açtım, ışıklar hızla yanıp sönüyordu artık. Renkler birbirine karışırcasına hızlıydı.
Tuttu benim ellerimden, yumuşak elleriyle. Gözlerimin içine bakarak dansa davet etti.
Kollarında eriyebilirdim...
Kalbim titriyordu, başım dönüyordu...
Bir sarsıntıyla kendime geldim:
-Anne, anneeeeeee, ne düşünüyorsun? Acıktım ben.
-     Tamam kızım, şimdi hazırlıyorum yemeğini.

Ben de acıktım, aşka ve değer verilmeye. Ama bana ve beni hazırlayan yok ki...
Tarih: haftasonuna başlangıç öncesi iş saatleri...
Aşağıda okuyacaklarınız, Musevilerin, Tanrı ile insanın konuşmasını
anlatan kitapları Talmud'dan alınmıştır ve şöyle biter:
"...bir kadını ağlatırken çok dikkat edin, çünkü Tanrı
gözyaşlarını sayar!
Kadın erkeğin kaburgasından yaratıldı...
Ayaklarından yaratılmadı,öyle olsaydı ezilirdi.
Üstün olmasın diye başından da yaratılmadı.
Ama göğsünden yaratıldı, eşit olsun diye;...
Kolun biraz altından korunsun diye....
Kalp hizasından SEViLSiN diye........................ "
Sevgili eski kocacığım, bu durumda Tanrı’ya borcunda boğulacaksın.
Tarih: biyolojik çözümlenememe günü…
Dudağım uçukladı.
Sol göğsümün yanı sürekli kaşınıyor.
Beynimizde çözemediğimiz sorunlar ilgili organlardan kendini dışarı atıyor. Bedenimizi dinleyip sorunlarımızı çözünce bedenimizin sorunları da kendiliğinden geçiyor.
Bu durumda dudağımın uçuklaması benim konuşmayla ilgili bir sorunum olduğunu gösterir. Ama ne?
Hele de göğsümün yanındaki kaşıntının ne olduğunu aylardır bulamadım. Bir bulsam kalp ağrım da geçer mi acaba?
Tarih: isimler günü...
Karar verdim, ben isim takıntılıyım. İnsanların ismi ruhunu yansıtıyor. İsimlere çok dikkat etmek gerekli. Tabii ki soyadının da ayrı bir önemi var. İsim insanın kendisiyse, soyadı da ailesinden taşıdıkları. Bu yüzden bırakamadım evlenince soyadımı. Bir türlü kabul etmedim, nikah masasına oturduğum insanın ailesine girmeyi, kendi ailemi tümüyle bırakıp. Bu yüzden bana bazıları ‘feminist’ dedi. Ne ilgisi varsa?? Bu tümüyle benim kişiliğimle ilgili verdiğim bir karardı. Evleniyor diye niye kadınlar ailelerini terketmek zorundalar, erkek iç güveyi gelse bile?
Ben, benim adım ve kocamın soyadıyla seslenilince asıl ben olacak mıydım? Halbuki kadın kendi soyadının yanına eşinin soyadını koyduğunda, der ki, ben varım ve seni kabul ediyorum, olduğun gibi ve seni seviyorum ve seni sayıyorum ve soyadına layık olacağım.
Ailesinin soyadını bırakıp kocasının kütüğüne koşa koşa sadece ismiyle yazılan kadın bence şöyle der: ‘bağımlıyım sana ben, artık sırtında taşıdığın küfede yer alacağım, benim konağımdır orası, ailemi terkettim, artık beni terketsen de onlara dönemem, o yüzden de bana yaptıklarına istesem de istemesem de katlanacağım artık. Bu benim seçimim!’
Türkiye’de kadın-erkek arasında soyadı seçimini serbest bıraksalar, erkekler de kadınların soyadını alabilse, acaba kaç erkek buna gönüllü olurdu ve kaç çift bu nedenden dolayı çıkan kavgadan dolayı ayrılırdı?
Birinci soruya cevap, kılıbık olarak adlandırılmayı göze alacak %1, ikinci sorunun cevabı ise, bu tarz bir tartışmadan dolayı sevdiği erkekten ayrılmayı göze alacak kadar kendini seven %1 kadının dişi tarafını oluşturan çift sayısının dışında kalan %99.
Bir de benim isimlerde takıntılı olduğum baş harf konusu var. Erkeklerin isimleri kıvrımlı harflerle başlamamalı, çizgilerden oluşmalı. Onların esnek olmayışları, her şeyi kendilerine yontmaya kalkışmaları en çok çizgili harfle başlayanlarda kendini gösterir gibi geliyor bana. Örneğin bir erkeğin ismi ‘S’ ya da ‘C’ ile başlamamalı. ‘K’ olmalı örneğin ilk harfi ya da ‘F,E,T,H,I’ olmalı, hiçbir yere bağlanmamalı, hep düz olmalı, direkt olmalı.
Acaba benim bilinçaltım mıydı, ilk sevgilimin ‘S’ harfi ile başlayan adını, hayır bu sana yakışmıyor, diyerek, ‘K’ ile başlayan bir isim ile değiştirmem?
Tarih: karlı bir gece...
Ben bugün yine bir farkındalık yaşadım. Seviyorum ya bu sözcüğü, düşündüm onu. Kökü ‘fark’. Hayat içindeki ayrıntı, bizi diğerlerinden ayıran, bizi daha bir biz yapan.
Sonra fark+ı oldu. Neyin farkı? Okumanın mı, daha çok mu çalışmanın, hayata daha çok tutunmaya çalışmanın mı? Kim bilir o farkı?
Daha sonra ise farkı+n. Senin farkın nedir diğerlerinden?
Yok aslında bir farkımız, ama biz Osmanlı bankasıyız mı cevabı?
Daha daha sonra oldu farkın+da. Neyin farkında, nasıl farkında? Hayatın çarkları arasında ezilirken, her sabah yürüdüğün yolda kaldırım taşının arasından tüm zorluklara karşın çıkıp da yeşeren çimenlerin farkında mısın?
En sonunda farkında+lık. İşte farkında olma durumu. Farkında durabiliyor muyuz? Bir öğle ezanında gittiğimiz cenazede düşündüğümüz ‘işte son durak karatoprak, bugün annemi boşuna kırdım, ölümlü dünya, biraz sonra gidip onu öpeyim, farkındalığında ne kadar durabiliyoruz? Cenaze bitip de ölü, toprakla kaplanınca, bizim de farkındalığımızın durumu ölmüyor mu, içinde bulunduğumuz durumun farkındalığıyla sürüklendiğimiz otobüse binme çabasında yoğrulmuyor mu hayatımız?
Tüm bunları düşününce yaşadığım farkındalığı unuttum, iyi mi?
Tarih: o sitedeki üyeliğimin bitmesine az kala...
İlgi ve bilgilenme alanımla ilgili bir siteye üye oldum. Her akşam giriş yapıp, yazıları okurken üyeliğimi görünür yaptım. Baktım ki, katılan oldukça yoğun bir grup var. Bu insanlar ne konuda yazışır, tartışırdı acaba? Elbet bir gün birileri seslenecekti, ben ses vermedim.
Bir gün birinden bir mesaj geldi: ‘çok ilgimi çektin? Seni merak ettim, yazışalım.’
Vaaaaay, meğerse burada da komedi filmleri çekiliyormuş. Ben ilgisini çekmişim... bak sen!
El yazısıyla giriş yapsam ve o da el yazımı görse beğenebilir, belki karakter tahlili yapıyordur diye düşünebilirim.
Fotoğraf koymuş olsam yüzümdeki anlam ve önem ilgisini çekmiş diye düşünebilirim.
Profil diye de adlandırılan kendim hakkında şahsen ve bizzat bilgiler yazmış olsam, ilgisini çekmiş diye düşünebilirim.
Şık ‘d=hiçbiri’ olduğundan neyimi merak ettiğini sordum.
Meğerse kadın ve sadece oradan geçiyor oluşum ilgisini çekmiş. Beni diğerlerinden ayıran hiçbir özellik yok bu durumda. Tabii ki aynı şey beyefendinin kendisi için de geçerli. Bu tür ve her tür siteye girip her yazıştığı kadını yatağa atabileceğini düşünen ve düşünmekle de kalmayıp, ben süpermenin seks şubesinin istanbul ayağıyım diyerek, kendine güvende sidik yarışında kırmızı kurdeleyi göğüslediğini düşleyen erkeklerden hiç farkı yok kısaca.
Ben de tabii ki sazanımıza, oh, yatakta iyi olduğumu mu farkettin yoksa diye olta attım.
Bu kadar da olmaz ki, anında oltada sallanmaya başladı. Kim kime kuyruk sallıyor, belli değil.
Bu kadar sallanma yeter diyerek, olaya son noktayı koyarak, uzun süreli bir ilişkisi olup olmadığını sorduğumda, evli olduğunu öğrendim.
Pek sayın evli erkekler, ona buna kendinizi kanıtlayacağınıza, eşinizi bir gül gibi koklasanız nasıl olur? Yoksa sizin derdiniz tüm kokulu güller içinden kokusuz olan gülü mü seçmiş olmaktır?
Velhasıl kelam, evli sazanıma bir güzel nutuklar atıp, benim evli bir adamla birlikte olmak gibi bir isteğim olmadığını, eğer kendisinin eşi yerine değişiklik arıyorsa diğerlerine bakması gerektiğini uzunca ve melodramatik bir şekilde yazdım. Bakalım ne cevap verecek?
Yoksa ona eski kocamın, çocukluğumdaki telefon rehberleri kalınlığındaki kırıklar listesinin telefonlarını yılbaşı hediyesi olarak mı verseydim?
Tarih: yargılama günü....
En sonunda suçluyu ortaya çıkardım. Bütün suç romantik komedi filmlerinde. Hani şu sevdikleri kadın uğruna , izleyen kadınların ‘ah ne kadar hoş!’ diyerek, sahip olamadıkları, ama bir gün karşılarına çıkacağından emin oldukları adamların bir sürü salaklık yaptıkları, kadınların uzun, ince bedenleriyle ortalıkta gizli kraliçeler gibi salındıkları filmler...
Çoğunun ortak özelliği, aslında kadınla erkeğin gerçek hayatta hiçbir zaman sevgili olarak iki saatten fazla kalamayacakları iken, bütün film boyunca birbirlerine ulaşmaya çalışması ve ulaştıkları anda da filmin bitmesidir. Tabii ki, seyirci onların film bittikten sonraki iki saat içinde yaptıkları kavgaları, iletişim kopukluklarını ve kaçınılmaz son ‘ayrılık’larını göremedikleri için bu imkansız çiftin sonsuza kadar mutlu yaşadıklarını hayal ederler.
Sonra da hayallerinin içinde boğulmuş gencecik insanlar bu tarz ilişkiler peşinde koşarlar, daha doğrusu kaçınılmaz sona doğru...
Eğer kadın gündüz insanıysa ve adam gece insanıysa...
Eğer kadın sabahın köründe kalkıp yürüyüşe çıkmayı istiyor , güneşin ilk ışıklarını yüzünde hissetmeyi seviyorsa ve adam her gece barda, gönlüm hovarda yaşayıp, sabahları da geç saatlere kadar uyumayı seviyorsa...
Eğer kadın evinin içinde mutlulukla oturabiliyor ve huzuru hissediyor ve adam evi hapishane gibi görüp her fırsatta kendini evden dışarı atıyorsa...
Bu ilişki ne kadar yürüyebilir?
Arkadaş olarak sonsuza kadar...
Kardeş olarak sonsuza kadar...
Anne-çocuk ve baba-çocuk olarak sonsuza kadar...
Sevgili olarak aşkın ateşi ikisinin yorgunluk denizinde cozurdayarak sönene kadar...
Evli olarak iki güne kadar...
Böyle olduğunu anladım. Tam tamına on yedi yılda. Ne kadar akıllıyım, değil mi????
Tarih: sazanım cevap verdi...
Eşiyle duygusallığı, benimle cinselliği yaşamak istermiş.
Artık benim bu arkadaşa ‘SA-SA’ diye seslenme zamanım geldi. Yanlış anlaşılmasın, Sabancı’larla ilgisi yok. İlk SA salak, ikincisi sazan oluyor uzun olarak.
Ben beni kullanmana izin verir miyim, bu bir.
Neden hiç tanımadığım ve hiçbir şey paylaşmadığım seninle yatarken kendime yabancılaşayım, bu iki.
Bu cümlenin altındaki anlam ve önemi benim hayatım açısından anlayamayacağın bu kadar aleni ve aşikar iken, niye seninle zaman kaybedeyim, bu üç.
Daha sayayım mı?
Amaaaan, boşuna zaman kaybı.
Bu tarz erkekler ne yazık ki, kadını yatakta en mutlu eden şeyin aslında ruh birliği olduğunu bilmediklerinden sadece penis gücüyle kadını fethetmek isterler. Gri hücre sayıları fışkırttıkları sperm sayısı kadar olsa onlar açısından ne kadar iyi olurdu? Vah garibanlar...
Bu tarzın dışında kalanlardan biriyle tinsellikte ve cinsellikte bir aşk yaşamak isterim. Mümkün mü?
Tarih: SA-SA’ya mektup yazdığım gün...
‘Sevgili SA-SA,
Duygusallığı eşinle, cinselliği benimle yaşama isteğin beni çok üzdü. Prensip sahibi 36 yaşında, taş(!) gibi bir hatun olarak, haline çok üzüldüğümden aşağıdaki satırları tuşlamayı uygun gördüm.
Senin gibilerin cinselliğin tadını alabilecekleri mallar Avrupa yakasında Etiler, Levent, Nişantaşı ve Asya yakasında Bağdat caddesi, Fenerbahçe’deki pazarlarda (barlarda) bulunmaktadır. En çok tadını çıkaracağın mal türü kaşarlardır. Kaşarları da türlerine göre sınıflandırmak yararlı olur. Örneğin sarı kaşarlar en eskileri olup deneyim açısından aşmış, ama fiziki olarak pörsümüş olabilirler. Kaşarlar koyulaştıkça kokuları rahatsız edici olduğundan en açıklarına gitmesen bile orta renklerde karar kılman tadına varman açısından yeterlidir sanıyorum.
Bu pazarlara gitmeden önce bir çay kaşığı zeytinyağı içmeni ortamın getirdiği içkisel boyutuna kolaylıkla uyum sağlaman açısından öneririm.
Kaşarların paketlemelerine de ayrıca dikkat etmelisin. Bazıları dışarıdan güzel gözükse de pakedini açtığında içinden çıkacak olanların ayrıntısının şokunu yaşamaman açısından çok katlı paketleri es geçmeni, sade paketlerin yanında konuşlanmanı da öneririm.
Son olarak her zaman yanında seni yüzyılın hastalığından koruyacak küçük baloncukları da bulundurmanın ne kadar önemli olduğuna parmak basmak isterim.
Sana bundan sonraki aktif cinsel yaşamında mutluluklar, yaşlılığında ise bugünlerini özlemle anarken acıdan öleceğin bol prostatlı günler dilerim.’
Evet, biraz ağır yazdım. Özellikle hemcinslerime karşı...ne yapayım, eski kocam benim karşı ve hem olarak tüm cinslere karşı cins bir yaklaşım içine girmeme neden oldu. Hele ki, erkeklerin yaşlılıklarında prostat oluşlarından bir kadın olarak inanılmaz zevk alıyorum. Hepsini sıraya dizip, karşılarına geçip, ‘gençken eşinizi aldatmak nasıldı, hiç eşinizin de yüreğinde şimdi sizin uçkurunuzda yaşadığınız acıyı hissettiğini aklınıza getirdiniz mi?’ demek istiyorum. Hani Münir Özkul’un ceza için bahçede dizdiği Hababam Sınıfı öğrencilerinin karşısına geçen minik öğrenci gibi gülmek istiyorum.
Bu bir geçici sendrom da olabilir, ama sanırım her yeni tanıştığım insanı zevkle aşağılamama bakılacak olursa kalıcı.
Şikayetçi miyim? N’asla...
Madem tensel bir orgazm yaşayamıyorum, bari dalga geçerken çalışan gri hücrelerim orgazm olsun. Sürekli tatlı tüketip serotonin salgılayacağım da mutlu olacağım diye çabalamaktan daha az kalorili hiç olmazsa.
En kötü tarafı belki de karma yaratıyor olmam. Eski kocama hala küfredip, saçlarını cımbızla yolduğumu, kafasını lobutlarla dağıttığımı, parmaklarının mengenede çıkardığı sesi en güzel melodi gibi tasavvur ederken, yüzündeki kıl dönmelerini çıkartıp burnundan soktuğumu hayal ederken ne kadar zevk alıyorsam acaba aynı oranda karma yaratmış oluyor muyum? Yoksa daha önce yarattığım karmalar mı temizleniyor?
Ben bağışlama konusunda neden bu kadar zayıfım?
Sanırım unutamadığım sevgimin üzerindeki nefret ateşini söndürmediğinden ve ondan uzakta durmamı sağladığı için.
Ama bir yandan bağışlamanın getirdiği son göbek bağlarını koparma olayı da var. İşte içimde nefret olduğu sürece bağışlayamıyorum, bağışlayamadıkça göbek bağlarım kopmuyor. Kopmadıkça içimdeki yakıcı nefret kendime dönerek büyüyor, beni kavuruyor.
Bütün bunlardan zararlı çıkan kim? BEN!
Sonuç: ben kendimi sevmiyorum. Bu durumda kendimden nefret ediyorum. Kendimden nefret ettikçe kendimi affedemiyorum. Affedemedikçe kendimden uzaklaşıyorum. Uzaklaştıkça kendime yabancılaşıyorum. Yabancılaştıkça istemediğim şeyleri yapıyorum.
Eveeeet, biraz daha bu irdeleme işini sürdürürsem, kızı evde bırakıp, düşünen adamın yanına ot yolmaya gideceğim.
Şimdi gidip tv’deki diziyi seyredeyim: aşk oyunu
Hayat da bir oyun değil mi zaten ve biz birer piyon değil miyiz? Hepimiz birbirimize bağlı, yaşamdan en büyük payı almak için, ama farkında olmadan birbirinin ayağını kaydıran, üstüne basan ve mutsuzca aynı yolda yürüyen...
Ne zor iş yaşamak?
Tarih: yeni takvim kullanmaya üç kala...
Yalnızların bir yıl içinde en sevmedikleri üç gün vardır:
1.)     doğumgünleri
2.)     yılbaşı
3.)     sevgililer günü

Doğumgünleri sevdikleri arkadaşlarla hafif buruk olsa da geçer, sadece insanın gözü arada partiye çift olarak gelmişlerin birbirlerine dokunuşlarına, gözlerinin içi gülerek bakmalarına takılır ve kişi pastadaki mumları üflerken, içinden tez vakitte bir sevgili duasını eder.
Yılbaşı yalnızlar için en stresli ikinci gündür bir yıl içinde, ama bunu tek bir gün değil de bir zaman dilimi olarak adlandırmak daha doğru olur. Yılbaşına bir süre kala stres başlar, herkesin programı dinlenir, programsızlara, benim de programım yok denerek psikolojik destek sağlanırken, kişi kendine ayakta duracak lojistik desteği sağlamaktadır. Yılbaşına az bir süre kala, kişi bedenine aynada göz gezdirerek geçen yılbaşlarının bir muhasebesi yapılır, göbek, kalça, sırtta konuşlanmış yağ hücrelerine kötü kötü bakılarak, yeni yıl için en azından bir diyet programı kararı alınır.
Yılbaşına çok az kala stres gittikçe tırmanır. Hala program yoktur, artık yavaş yavaş programsızlığı paylaşacak kişi azalmakta, bununla ters orantılı olarak stres anbean artmaktadır.
Yılbaşı geldiğinde her şey sona erer. Cips, mayonezli sos, soda ve çikolata ile televizyon karşısına geçilerek kumandayı tutan elin başparmağına bol miktarda egzersiz yapılır. Televizyonda hiç tanımadığı insanların, aslında günler öncesinden yapay olarak zamanı ileri alarak yaşadıkları yılbaşı gecesi ateşine bile dayanılamayarak, televizyon gözlerde iki damla diyerek uyumaya çalışır.
En korkuncu sevgili olunması gereken zamanlarda yalnız olmaktır. Kan kırmızı güllerin fiyatlarının tavana vurduğu bu tek günde sokaklarda, algıda seçicilik hep çiftleri seçer. Soğuk şubat akşamında kadınlar daha da üşürler ki, sevgililerinin kollarına daha sıkı sarılıp, dünyaya, işte bu adam benim, yaklaşanı yakarım mesajını inceden inceye yollayabilsinler. Erkekler de daha fazla üşüyüp, ellerini ceplerine koyarlar ki, bu kadın cepte’yi kendilerine tekrar hatırlatabilsinler. Hatta anında ateş açabilmek için elleri silahlarına yakın durabilsin.
Bazen insanın kendine kırmızı bir gül alası gelir, ben varım, bir kazma ile olacağıma sevgim bana yeter diyebilmek için. Sonra güllerin dikeninin yüreği kanatacağı akla gelir, seyredilen gül hiçbir zaman bülbülü kanatmamıştır.
Ben sana hep kanım dedim. Sen kanımı bir daha yüzünü görmeyeceğin, adını bile hatırlamadığın kadınlara içirdin.
Ben sana her zaman destek olmak istedim. Sen desteğimi, bar masalarının altında hafiften kanırtarak, çökerttin.
Ben seni hep sevdim. Sen sevgimi, başkalarının kahkahalarına meze yaptın.
Değdi mi?
Biliyor musun, benim yalnızlığıma değiyor, kendimle tanıştığım için sadece.
Tarih: adet oldum...
Şimdi kısa bir hesap yapalım: bir kız çocuğu yaklaşık ortalama 11 yaşında adet olur ve kadın olarak ortalam 55 yaşında menopoza girip orkidlere veda edene kadar 44 yıl geçer.
Her yılda 12 ay olduğuna göre ortalama aylık adet dönemini de 5 gün olarak alırsak sonuçta ortaya yıllık 60 günden toplam 2640 gün yani 88 ay, yani 3,66 yıl çıkar.
Bir de tabii ki, adet öncesi dönemleri de ızdırap dolu günler olarak saymak gerekir. Vücut su toplar, gözlerinde önünde çikolata paketleri durmadan salınarak dans eder, çikolatalar yorulduğunda sahneye parlak giysileriyle cipsler çıkar ve kafalarını sosa batıra batıra cha cha yaparlar. Bu gösteriden gözleri kamaşan her kadın soluğu marketteki abur cubur kısmında alır ve ızdırap dolu günler’i vücudundaki suyu, şişkinliği atmış, ama yerini anında yağlarla doldurmuş olarak sonlandırır.
Adet başlangıcı ağrılarını da unutmamak gerekir.
Bütün bunları çeken bazı kadınlar vardır ki, onların aslında dillerinin kesilmesi gerekmektedir, çünkü bu kadınlar bu kadar durumu çekip de ödül alınması gerekirken, ‘kirlendim’ gibi ucube bir söz kullanarak, kadınlık vasfını aşağılık bir konuma getirirler.
Böyle kadınları boğasım geliyor. Ne demek ‘kirlenmek’? Sen insanlığın devamını sağlayan üreme işlemini sonuçlandıran cinsiyetsin ve bunu yapman için sana verilmiş yumurtaları kullanmayıp da atma zamanın geldiğinde nasıl ‘kirleniyor’ olabilirsin. Kirlenme o zaman! İlk adet döneminden itibaren menopozuna kadar çocuk doğur! Bak o zaman, kirleniyor musun?
Şimdi bir de erkeklerin durumuna bakalım: erkekler hayatları boyunca bir sefer olmak üzere, en fazla 15 ay askerlik yaparlar. Hatta devletin kasası boşaldığında, paralı olanlar sadece bahçelerde sigara tüttürerek, iki aylığına yaparlar askerliği.
Ama sonuçta ne olur? O askerlik hayatları boyunca anlatılır. Askerlik arkadaşlarının onların hayatında ayrı bir yeri vardır, falan...
15 ay nire, 88 ay nire? Ama hangi kadın adet döneminin incelik ve ayrıntılarını, çektiği ağrıyı, göğüslerindeki acıyı askerliğinden söz eden bir erkek gibi anlatır?
Bir de erkeklerin sünnet olayı vardır. Erkek çocuk giydirilir, paşalar gibi gezdirilir, fotoğrafları çektirilir. Ne o? Alt tarafı sağlık açısından önemli bir et parçası alınacak ve zat-ı muhterem ‘erkek’ olacak! Bir tantana, bir tantana.
Ben küçükken komşumuzun oğlu böyle bir tantanayla sünnet oldu. Sünnet yatağının üstü oyuncakla doldu ve aramızda sadece bir yaş vardı. Benim hiç o kadar çok hediye oyuncağım olmamıştı. Ben de sünnet olmak istedim. Ama Kenya’da yaşamadığımızdan allahtan, böyle bir şey olmadı, ama ben bir – iki yıl sonra külodumda gördüğüm kan lekesiyle karşılaşıp, bana ne oluyor, şokunu atlatmam günler sürdü. Bütün gün üstümde küçük sonbahar yaprakları olan geceliğimle yatağımın üstünde oturup, neler olduğunu düşünmüştüm. Annem ise, benim onun gibi suratımda sivilce çıkmaması için tokat yemediğim için şanslı olduğumu söylemişti. Ne şansı, ne tokadı, ne oluyor????
İşte bütün bunlara isyanımla kızım adet olduğunda, kırmızı davetiyelere ‘kızım xyz kadınlık yolunda ilk adımı attı ve ../../.... tarihinde ilk kez adet oldu, bunu kutlamak üzere, şu gün şu saatte, şurada toplanıyoruz’ diye yazdırmak ve büyüüüüük bir parti yapmak istiyorum.
Bu fikrimi söylediğim kadın arkadaşlarımın tepkisi aşağıda sıralanmıştır:
-Saçmalama!
-Kızı utandıracaksın!
-Başka işin mi yok senin?
Bu söylenenlere benim antifikirlerim de aşağıdaki gibidir:
-Niye saçma olsun? Muhteşem bir fikir
-Utanılacak bir şey değil ki, son derece normal.
-Başka işlerim de var tabii.
Ama bu arada benim muhafazakar kızım daha 8 yaşındayken sırtı açık t-shirt giymez ve benim dekoltemi sürekli kapatırken, bu durumdan pekala utanabilir, bu durumda ben de toplum karşısında ‘Aysel Gürel’in genç versiyonu olarak kalabilirim.
Yine de param olursa çaktırmadan bu partiyi yapmak niyetindeyim. Allahım duy sesimi ve bana o zamana kadar bir bilet aldırıp, bir de o bilete partiye yetecek kadar ikramiye çıkmasını sağlar mısın lütfen? Vallahi, ben kızımı kraliçeler gibi giydirip ortalıklarda adet oldu diye dolaştırmayacağım.
Tarih: şarkılardan kader tahlili...
Benim gönlüm sarhoştur yıldızların altında...
Duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini...
Gökte yalnız gezen yıldızlar, yeryüzünde sizin kadar yalnızım. Ben yalnızım, ben yalnızım, ben yalnızım...
En sevdiğim üç tane sanat müziği şarkısı, hem de ben bu şarkıları çocukken bile severdim.
Geleceğimi mi bildim acaba?
Astrolojiye bu kadar ilgi duyacağım yıldızların beni etkisine aldığından mı?
Gözlerimin kahve tonunu açıklayamayacak bir adama sevdalanacağımı mı bildim?
En kalabalıkta bile kendimi bir şekilde yalnız hissedip, bir kenara çekileceğimi, uzaydan gelmiş gibi onları seyredeceğim nereden belliydi?
Bizi şarkılara çeken bilinçaltımız olabilir mi? İnsanın aslında en sevdiği şarkı, kendini o sözlerde en çok bulduğu şarkı değil mi?
Eğer böyleyse, kızımın en sevdiği şarkılara dikkat etmem gerekli.
Tarih: evden çıkmadan geçen hafta sonundan sonraki gün...
Bütün hafta sonunu yiyerek geçirdim. Ruhum o kadar aç ki, midem doymadı bir türlü.
Tarih: güneşli bir kış günü...
İsterdim ki, o saçlarımı parmaklarının arasında gezdirirken, benimle birlikte siyah beyaz çocukluk fotoğraflarıma baksın.
Ama onun yerine ben sadece televizyona baktım.
Tarih: ıslak bir iş günü...
Sanırım iş hayatımdaki eski ben geri geliyor. Bugün koleksiyon çalıştık. Numunelere dokundum, kumaşları parmaklarımın ucunda hissettim, aksesuarlara dokundum. Dokunmatik olarak ne yapabiliyorsam hepsini yaptım. Hayalgücümü kullandım.
Akşam neredeyse iki saatte geldim eve. Arabada müziği sonuna kadar açtım. Bağıra bağıra şarkılar söyledim. Dans etmek istedim, ama yerim dardı.
Bu aralar ‘içerideki ses düzeyi geçici sağırlığa yol açar’ yerlere gitmek istiyorum. İçimin sesine karşı biraz sağır olmak istiyorum. İçime ‘için çıksın, bağır bağırabildiğin kadar’ demek istiyorum. Acaba bağırırken, içimin ateşi de çıkar mı dışarıya, yüreğim soğur mu biraz? Kanımın kaynaması durulur mu ? dallarda beyaz çiçekler açtığında ne yapacağım ben?
Tarih: trafik cezası yedim...
Sabah daha bir erken çıktım evden. İşe geç kalmayayım, ama bankadan maaşı da çekeyim diye. Her zaman gittiğim yönün tersine gittim bu sabah, bankadan maaşı çekeyim diye.
Trafik polisi selektör yaptı, kenara çektim. Farım yanmıyormuş. Evraklar tamam ya, bir fardan taktı. Ceza kesecekmiş, kes dedim köpeğe. Keserse arabayı da bağlarmış. Araba yerine basiretim bağlandı. Sabah sabah tek açık yerim gözlerimmiş, ama beynim değilmiş. Polise oracıkta peşin ceza diye rüşvet vermişim. Kendi kendime şaşırdım.
Arabaya bindiğimde kendime küfrediyordum. Sonra trafik polisi dönülmez yerden döndü. Ve ben plakasını almayı beceremedim. Kendime küfrettim yine.
Nedir bu üniforma sendromu? Ciğeri beş para etmezlerin üstündeki üniforma nasıl da bir anda insanları onlara karşı zaafkar yapıyor? Boyun eğiyorsun, itaat ediyorsun, sözlerini dinliyorsun. Ama biliyorsun, üniformaları yüzünden. Acaba akşamları pijamalarını giydiklerinde kendilerini nasıl hissediyorlar?
Tarih: kendimi kötü hissediyorum...
Gitmiyor üstümden şu kendini kötü hissetme durumu. Üstümden gitse de şöyle bir hüzünlü bir sonbahar esintisi gibi, içimden çıkmıyor. İçimin kancaları ağırlaştı bu aralar, yüreğimi buruyorlar.
Saldıracak yerim bile kalmamış, zorla gülmek bile hafifletmiyor kancaların ağırlığını. Her tarafım kitapla dolu, dakikalarca aynı satırlara bakarak geçse de zaman, sadece geçiyor. Hüzün ve sıkıntı, geçiyordum, uğradım demiyor. Geldim, buradayım, bir süre burada dinleneceğim diyor sanki, kovsam da gitmiyor yüzsüzler. Bazı şeylerin ilacı olamıyor mu geçen zaman?
Aşık olmak istiyorum. O da bana aşık olsun istiyorum.
O zaman gider mi hüzün?
Tarih: uzun tatil öncesi bir geceyarısı...
Bugün üç tane film izledim, birbirinden romantik. Her seferinde de filmdeki kadının yerinde olmak istedim. Hele bir film tam bana göreydi. Evden gitmiş bir erkek, geride kalmış bir kadın ve kızı. Yalnız bir adamın oyununda yer alırken hayatına giriverirler ve gerisi...
O kadar istiyorum ki dokunulmayı, yarın otobüste kursa giderken birine bu isteğimi söyleyebilirim belki...
Ve içtim bu akşam, iki kadeh rakı, kızımla bizde kalan yeğenimden gizli. Görecekler diye korktum. Şimdi de rakının üstüme saldığı mahmurluk gözlerimden akıyor.
Uyusam da güzel rüyalar görsem...
Kurstan arkadaşım aşık olmuş ve aşkının ruh eşi olduğuna inanıyor. Yıllarca ruh eşini çağırdığını, bunu nasıl yaptığını yazdı bana. Onun için en iyisi olmasını diliyorum ve kendilerini arayanların yoluna onlar için en uygun kişilerin çıktığına inandığım için onun mutlu olacağına inanıyorum.
Ben de dün akşam gelirken, kendim için dua ettim ve ruh eşimi çağırdım. Birden yan tarafta bir havai fişek patladı. Kaza yapmamak için önüme de baktım, ama bir yandan bir havai fişek daha patlamasını bekledim. Patlamadı. Bu tek havai fişek ruh eşimin olduğunun, ama henüz ortaya çıkmadığının işaretiydi bence. Zamanı geldiğinde bütün renkleriyle karşıma çıkacak, ama lütfen evli olmasın.
Tarih: özür, teşekkür ve keşke günü...
Senden özür diliyorum, beni aldatmayacağını düşündüğüm için, her söylediğine inandığım için.
Senden özür diliyorum, senin her zaman doğruyu yaptığına inandığım için.
Senden özür diliyorum, yanımdaki yokluğunda, olmadığın ve aslında sahip olmadığın özellikleri sana yüklediğim için.
Senden özür diliyorum, şimdi çok sevdiğin ve kendini adadığın kızımızı aldırmamı istediğin halde doğurduğum için.
Senden özür diliyorum, kızımızı büyütürken üç yıl evde oturup, dışarıda ezeceğin paraların bir kısmını benim yerime su, elektrik, mama ve bebek bezlerine yatırmak zorunda kaldığın için.
Senden özür diliyorum, anneannemin ‘erkeğin iki kaşığı varsa birini kıracaksın; yularını sıkı tut’ öğütlerine sırt çevirip, modern, mutlu bir evlilik hayali kurduğum için.
Senden özür diliyorum, bir gün kendi farkıma vardığım için.
Ve sana teşekkür ediyorum, şimdi her şeye karşın kızımızla ilgilendiğin için, iyi bir baba olduğun için.
Teşekkür ediyorum, sana köpek muamelesi yaptığım halde alttan aldığın için.
Teşekkür ediyorum, artık hayatımdan çıktığın için.
Keşke bu kadar duygusal olacağına biraz daha duyarlı olsaydın ve ben bu kadar feda-kar olmasaydım.
Tarih: itiraf gecesi...
Aslında kendime güvenim yoktu. Başa çıkamıyordum otoriteyle. Kendimi savunamıyordum dış dünyada. Kabuğum o kadar güçlüydü ki, kimse anlamıyordu kırılganlığımı. Kırıldıkça daha güçlü yapıştırıcılar kullandım yaralarımın kabuklarına.
Aslında , her seni serbest bırakışım biraz kendim içindi. Ben oralara ait değildim sanki ve sanki yanında yerim yoktu. Bunu senin davranışların mı yarattı yoksa ben mi böyle olması gerektiğini düşündüm, artık hiçbir şey net değil. Uzaklaştıkça flulaşan bir film gibi artık geçmişim. Eskisi gibi acı duymayışım da o yüzden. Okuduğum onca kitaptan öğrendiğim gibi, yaralarımın fotoğrafsal anlarını önce siyah-beyaz, sonra da gittikçe silikleşen izdüşümlere döndürdüm. Sanırım sonucu gittikçe iyi oluyor.
Kendimi layık göremediğim her an, sonradan bana acı olarak geri döndü. Sonunda öğrendim ki, her şeyin bedelini ben ödüyorum, en çok da kendi kendime çıkardığım hesapların. Hiçbir şeyin seninle ilgisi yok. Bu savaşta tüm ödülleri senin boynuna taktım, ceza puanlarını ben topladım.
Seni hala seviyorum ben, ama neyini seviyorum bilmiyorum. Sadece alışkanlık mı bu, yoksa yılların getirdiği hayatımdaki tek erkek olduğun gerçeği mi?
Seni düşündüğüm ve içimin burulduğu her anda, seni içkili düşünüyorum ve bana hakaretler yağdırırken, evde tabaklar havada ‘Star Wars’ gemileri gibi uçarken, ben sinirimden Pazar sabahları bardakları bahçedeki duvara fırlatıp kırarken ve hiç pişman olmuyorum verdiğim karardan. Şimdi daha hafifim.
Eğer bu ömürde bize en çok acı çektiren kişi, karmik dengeleri bozmak uğruna sadece bunu bizi sevdiği için yapıyorsa, biz birbirimizi çok sevdik demektir. Her kaybedilenin değerinin sonradan görülmesi gibi, içinden çıkınca anladık aslında her şeyin daha iyi olabileceğini ne yazık ki.
Tarih: Kel Mahmut öldü...
Bir mail aldım, başlık ‘vefat’tı. Tabii ki tanımadığım birinin ölüm haberini alacaktım. Silmedim, kimmiş diye bakmak istedim. Lisedeki edebiyat öğretmenim Mahmedet hanımmış vefat eden. Biz ona Kel Mahmut derdik okulda. Saçları ön kısımda biraz azdı. Bana edebiyat dersini sevdiren öğretmendi o. Hem ilgili hem arkadaş hem de karizmasıyla saygı uyandıran bir kadındı. Tezer Özlü’nün de öğretmeni olmuştu bir zamanlar.
Lisenin ikinci sınıfında gelen edebiyat öğretmeniyle yıldızım barışmamıştı, dersten soğumuştum ve ikmale kaldım. Bütün okul hayatım boyunca kaldığım iki dersten biri edebiyat oldu. Bütünleme sınavına Mahmedet hoca girmişti, onu görünce orada bulunmaktan utanmıştım ve o da beni görünce çok şaşırmıştı.
Bir ‘Strudeltag’ günü ona rastlayıp hatırını sormuştum ve onu daha sonra aramak için telefon numarasını almıştım. Kızımla ziyaretine gitmek istemiştim. Bir türlü olmadı ve ben vicdan azabını hep hissettim bunun için.
Cenazesine gideceğim, ruhunu uğurlayan cemaat arasında olmak istiyorum.
Allah rahmet eylesin.
Tarih: cenaze günü...
Artık yaşlanıyor olmamdan mı bu dünyadan göç edenleri uğurlama isteğim, bilmiyorum, ama her bedensel ölünün cemaatinin çok olmasını istiyorum.
Benim de cemaatim çok olur (mu acaba?) inşallah.
Cenaze fazla kalabalık değildi, kalabalıktı, ama daha da kalabalık olabilirdi, çoğu kişinin uzun tatil dolayısıyla yurt dışı ya da kayak merkezlerine gittiği düşünülürse...
Umarım beni görmüştür gittiği yerden ve onu ne kadar sevdiğimi hissetmiştir. Ne mutlu ki, gelen öğrencileri vardı ve çoğu karşısındakine onunla bir anısını anlatıyordu.
Mahmedet hoca, yeni mekanın cennet olsun ve rehberliğimizi bırakma lütfen.
Tarih: soğuk, karla karışık ıslak bir gün...
Yalnızlık bazen o kadar çok koyuyor ki, ne kadar sıkı giyinsem de üşüyorum.
Kendimi keşfetme yolunda gittiğim astroloji kursu için zor diyince annem, gitme o zaman dedi ve çıktı işin içinden. Hani nerede destek? Doğru ya, unuttum, iki ayağımdan başka desteğim yok ki benim. Bir de bana dayanan bir kızım var, ayakta durmamı zorunlu kılan. Yanlış anlaşılmasın, çok mutluyum varlığıyla. Bazen sadece ona doğru örnek olmak için bile doğru olmaya çalışmak kendimi iyi hissettiriyor.
Bazen iyi bir liseden ve üniversiteden mezun olmuş olup da geldiğim yerlerin daha ötesinde olabileceğimi düşünüp neyi yanlış yaptığımı sorguluyorum. Hele ki, benden sonraki iki kızı liseden sonra okumamış ve hemen evlenmiş olan annemin, bir müdür bile olamadın, lafı o kadar çok koydu ki, çoğu zaman iş yerinde yaptığım işleri işten bile saymıyorum. Ama onları da birinin yapması gerekiyor.
Bende eksik olan hırs mı, isteksizlik mi, ya da kısaca ne? Sanırım sadece başkalarının ayağını kaydırma dedikleri şeyi ben beceremedim bu kurtlar sofrasında. İşler iyi yürüsün, herkesin işi olsun derken, insanların nasıl kuyu kazdıklarını göremedim. Ama dendiği gibi aslında her şerde bir hayır vardır ve geldiğim noktalar beni aslında yığınlarca kazalardan koruduysa bu iyi bir şeydir.
Tarih: uzun bayram tatilinde bir gün...
Amaçsız geçen bir haftalık tatilin içindeki bugünde uzun süredir görmediğim arkadaşlarımı gördüm ve yedim ve yedim ve yedim ve yedim....
Tarih: sıkıcı bir gün...
İlham perisi, ilham perisi, nerelerdesin? Kaç gündür yolunu gözlüyorum. Peter Pan’ın sırtında uzaklara mı gittin? Aslında uzak diye bir yer de yok ya günümüzde...
İlham perisi, ilham perisi, zaten canım çok sıkkın, bari sen gel, sağ omzuma kon da güzel bir şeyler fısılda. Az biraz romantik olsun, bu aralar üst üste beş kez izlediğim film gibi koksun.
Bu gece pencereyi açık bırakıyorum, belki gelirsin diye...
Tarih: uzun tatilin son akşamüstüsü...
Dokuz gün nasıl geçti, kimse anlamadı. Herkesin aynı andaki iki tatilinden biriydi ve uzundu, ama yetmedi. Daha bir hafta olsa, uyusam ve uyusam...
Yarın büro soğuk olacak, bilgisayarı açınca birbiri ardına gelmiş maillerin sayısı ufaktan bir panik krizi yaşatacak. Ama şimdi buradayım, bu andayım, sakin kalmalıyım.
Belli mi olur, belki de yarın sabah büroya giderken bir trafik kazasında gözlerimi kapatır, o mailler yerine allahın benim hakkımda yazdığı sonu okurum.
Tarih: gazete okudum...
Gazetede bir araştırma sonucu: boşanan kişiler bir daha asla eskisi gibi mutlu olamıyormuş.
Bu kadar yalan bir araştırma nasıl olabilir?
Sen iki kişilik evde tek kişi gibi yaşa, bir de diğerinin sorumluluğunu üstüne al, tek iletişim kurabildiğin duvarlar olsun, otur sadece televizyon izle, ama boşanırsan asla böyle mutlu olama.
İnsanlar kendilerini kandırmak için aslında araştırma yapmaya gerek duymamalı.
Bir haber daha okudum: çocuklu kişiler daha depresif oluyormuş. Bak, bu çok normal. O kadar büyük sorumluluk ki bu, hakkınca taşıyabilen zaten çok az. Bir de taşıyorum sanıp taşınanlar var, onların durumu zaten vahim. Bir de boşanmışsa çocuklular depresiflik durumu daha da artıyormuş. Eh, bu da çok normal.
Bunun için de aslında araştırmaya gerek yoktu, sorsalar söylerdim ben.
Tarih: öylesine bir gün...
Kadın, kendine yöneltilmiş mikrofonların önünde durdu, derin bir nefes aldı ve :
-     hayat başarısı olan kadın, dünyada oynadığı her rolde sadece iki ayağını sağlam
kullanabilen ve yere iyi basabilen kadındır, dedi.
Ağzı açık kalmış insanların arasından hafifçe gülümseyerek geçip gitti.
Tarih: öylesine bir gün...
Öylesine değil, boktan bir gün aslında. Canım sıkılıyor, nedeni yok. Hayır, nedeni var.
Hayat elimden kaçıp gidiyor gibi. Bir yerlerinden tutmaya çalışıyorum. Kaçtıkça kovalanan ateş böceği gibi...tam tuttum diyorum, dönüp dil çıkarıyor. Dilini kopartmaya kalksam canım acıyor. Bu aralar ne o kaçıyor, ne ben kovalıyorum. Ama hep dili dışarıda, ben sadece omuz silkiyorum.
Akşam eve gelirken, eski bir şarkı çaldı. ‘küçük bir aşk hikayesi’
Bir zamanlar bu şarkı bizi anlatıyor, iyi dinle demiştin, tabaklar evdeki dövüşsel yörüngelerini tamamlayıp çöpü boyladıktan sonraki dingin dönemde.
Anılar canlandı yine gözümde ve yoğun trafikte, yanımdan geçen her arabanın içinde sanki hayatımın bir sahnesi oynanıyordu, tek perde halinde.
Neyse ki, gözümden fazla yaş akmadı.
Eve geldiğimde masanın üstünde yırtılmış bir hediye pakedi gördüm. Kızım, babam gönderdi dedi. Nasıl göndermiş’in cevabı postaydı. Niye ki dedim içimden. Meğer gönderen yıllardır Amerika’da yaşayan eski dostlarmış. Çok güzel yılbaşı hediyeleriydi. Kızıma çaktırmadan ağladım bu sefer. Onlara sarılmak istedim ve böğüre böğüre ağlamak.
Onlara mail yazalım dedik, ama internete de giremedik.
Dedim ya, boktan bir gün bugün.
Tarih: soğuk bir gün...
Geçen gün gittiğim cenazeyi düşündüm. Eski koca benden önce ölürse cenazesine gider miyim diye düşündüm. Simsiyah giysiler içinde, taktığım siyah güneş gözlüklerinin arkasındaki gözlerimde yaş olur mu acaba? Elimde kırmızı bir gül tutar ve son bir dua okuyarak mezarına koyar mıyım? Her hafta mezarına ziyarete gider, toprağı okşar mıyım? Onunla konuşup ağlar mıyım hıçkırarak...
Ben ondan önce ölürsem o gelir mi? Omuzları çökmüş, üzerinde gri balıksırtı desenli bir paltoyla durur mu mezarımın başında? Ağlar mı biraz? Bana karşı yaptıkları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçerken, döktüğü yaşlarla yıkanır mı?
Ama ben mezarım olsun istemiyorum ki. Ben yakılayım, beni sokmasınlar toprağın altına.
İşte böylece, yine onu bir sürü şeyden kendiliğimden kurtarmış oluyorum. Ben böyle salağım işte.
Öl adamdan önce, bak bakalım ne yapıyor? Hatta şanına yaraşır bir mezar yaptır, lüksünden gözleri dışarı uğrasın. İki tane erkek melek heykeli başımda bekliyor olsun. Birinin elinde güvercin olsun, bana yazdığı mektupları yollamak için, diğerinin elinde bir kitap olsun, her gece bana bir masal okumak için.
Tabii ki, gerçekten ölürsem böyle bir durumda ne yaptığını bilemem. En iyisi ölmüş gibi yapmak. Bir mezar yeri alıp, mezarı yaptırıp bir de cenaze töreni düzenletmek.
Kızım çok küçük olduğundan bu plandan elli yıllığına vazgeçiyorum. O zaman da zaten emekli maaşıyla sürünüyor olacağımdan şimdiden bu plandan vazgeçsem daha mantıklı olacak.
Ne olacak işte, iki dakikalık duygusal orgazm yaşadım.
Tarih: işten dönerken....
Arabada müzik vardı yine, zapladığım kanalda eskilerden bir şarkı yeni bir sesle yankılandı. Bu şarkının tadı çok acı ağzımda. Yine ayrılmıştık ve üniversitedeki arkadaşlarla köprü altında kafaları çekiyorduk. Şimdi varolmayan birahanede bu şarkı çaldığında ağlamıştım ve özlemine dayanamayıp, barışmıştım onunla.
Ne komik, bugün ‘dünya ayrılmış sevgililerin barışma günü’ymüş.
Tanrım, lütfen yine bir eşzamanlılık olmasın, yine tarih tekerrürden ibaret olmasın. Asla demediğim, ama en içten dileklerimle asla(!) olsun dediğim şeyler olmasın.
Kararlıyım daha iyi yaşamaya, daha kendim olmaya ve kendim için bu ömrü son damlasına kadar içmeye.
Tarih: bir gece...
Canım sohbet istiyor, kimse yok.
Canım içmek istiyor, eşlik edecek adam yok.
Canım tiyatroya gitmek istiyor, çağırabileceğim uygun bir arkadaş yok.
İşe gidince , departmana giren ikinci kişi soruyor: Kimse yok mu?
Cevap: ben yokum.
Tarih: kar yağmadan önce...
Bu akşam sulu kar yağıyordu. Meteoroloji bas bas bağırıyor, haftaya kar geliyor diye. Herkes önlemini alıyor şimdiden.
Bugün fark ettim ki, meteoroloji de astroloji gibi çalışıyor aslında. Önünde bir veri var ve onun üzerinden tahmin yapıyorsun, ama önündeki veri son anda bir değişiklik yaparsa bütün tahminler alaşağı oluyor. Yeniden tahmin etmen gerekiyor, elindekilere göre. Potansiyelin neyse o, daha fazla istersen, istersen ıkın sıkın, gerisi yok.
Aslında aynı şeyler yaşam için de geçerli değil mi? Bu durumda meteoroloji ve astroloji birer bilim dalı olduğuna göre hayatın da bir bilim dalı olması gerekmez mi? Adı da olsa olsa, yaşamoloji, hayatoloji ve toplamında ömüroloji olabilir.
Evet, yarın için elimde potansiyel olarak ne var? İşe gitmek için bir araba, arabanın gidebilmesi için yeterli benzin, kar için önlem olarak kar lastiği ve cam suyu antifirizi, bunlar harika. Gidilecek bir iş olması ve ayın sonuna az kalmış olması harika bir hayat için potansiyeli arttırıyor. İş ortamında arkadaşlar tarafından sevilme ve sıkıntılı zamanlarda ilgilenilmesi sevilme gereksinimi karşıladığından, ego tatmin potansiyeli yükseklik gösteriyor. Koleksiyon zamanı olduğundan, kumaşların gecikmesi, nakışların yanlış gelme olasılığı ve aksesuarlardaki olası eksiklikler beyinde mutedil dalgalı stres yaratıp konuşmalarda parazit olarak ortaya çıkabilir. Yenilecek yemeklerin strese bağlı olarak hızının ayarlanması hazım açısından da sağlıklı sonuçlar doğurup, doğal gaz endişelerini ortadan kaldıracaktır. Vs, vs, vs....
Bütün bu potansiyellere bakıldığında ben yurdum insanları arasında şanslı kesimden olmakla birlikte aşağıdaki potansiyel durumu beni kadın kısmında hangi kesime sokmaktadır, henüz bilemiyorum.
Eve geldiğimde ya da ben geldikten sonra, elime değecek bir erkek elinin olmayışı, yıkanacak ve ütülenecek erkek gömleklerinin eksikliği, sadece benim tepemde dolaşan bir çocuğun sorumluluğunu günlük olarak paylaşamayacağım biyolojik babanın kırdığı kalbi hala onarmak için bulunamamış yapıştırıcıyı arama çabalarının yorgunluğu, gece yatakta yalnız olmak ve dokunacak bir omuz olmaması. Vs, vs, vs, vs....
Hayatoloji her sabah yeniden yeni potansiyellerle başlıyor ve gece yatağa başımızı yastığa koyduğumuzda günün tüketilmiş potansiyelleriyle günlük olarak sona eriyor. Ve bir sonraki sabah yeniden başlıyor. Bu kadar çok başlangıç ve bitiş olması mı insanda, neden yaşıyorum ben, sorusunu uyandırıyor?
Her neyse, ben şimdi potansiyellerimi uyutmaya gidiyorum.
Tarih: hafta sonunda bir gün bir yaşam merkezinde...
Çağımızın iğrenç tanımlaması: yaşam merkezi. Tüketim toplumunun gereği olarak daha fazla, daha fazla ve daha fazla tüketmek için gittiğimiz, yavaşça adımlarımızı sürüyerek, mutlu aile tabloları çizdiğimiz ve gerçekten de kendimizi mutlu sandığımız içi boş, paketleri herkesin ağzını sulandıran çok katlı alışveriş merkezi...
Çocuk tiyatrosuna diye niyetlenerek çıkıp da tarihini yanlış gördüğümüz için, kızımın kültür alımına bir yarar sağlamadan, sadece bir kitapla çıktığımız kitabevinin yanındaki kafede yemeğimizi yerken geldi babası.
Yanımıza oturdu, aşkım depreşmesin diye yüzüne ve gözünün derinliklerine bakmadan ağzımın içinden bir merhaba dedim.
Salatamı yerken kaşımın kenarına ne olduğunu sordu. Geçen akşam iş dönüşü kaşımın kenarında çıkmış kılı yolma çabamın sonucundaki kabuğu kastetmişti. Yanıtım yine kısa oldu: ‘yara’ (ne anlamsız bir cevap oysa ki, yaradan başka bir şeye benzemiyordu zaten, ama tabii bir yandan anlamı kendi içinde saklı: neye benziyor, niye soruyorsun ki, seni ne ilgilendirir, ne olduğunu söylesem ne olacak ki???)
Bak sen, aslında hiç de yaraya benzemiyor ya, diye mi düşündü acaba?
Aylardır görmediği eski eşinin yüzündeki en ufak değişimi anında anlayacak kadar ince ve ilgilenerek ne olduğunu soracak kadar nazik olan adam, nasıl oldu da yüreğimde bu kadar derin yaralar açacak kadar ve bütün ruhumu saran nefret sarmaşığının tohumunu ekecek kadar kaba olabildin?
Cevabı bildiğini hiç sanmıyorum, ama galiba ben biliyorum. Sadece senin de yaraların da vardı, onları sarmak yerine beni kırarak kaşıdığın...
Tarih: gazete okudum...
Üniversiteden tanıdığım biriydi. Rüya gibiydi, güzeldi yani. Çok hoş giyinir, giydiğini yakıştırırdı. Halk oyunlarına giderdik birlikte, ayrı gruplarda olsak da arada sohbet ederdik. Sakin, dingin konuşurdu. Ailenin tek kızıydı bildiğim kadarıyla ve ailesinde mutlu olduğunu sezerdim.
Sonra bir gün televizyonda gördüm, sunucu olmuştu. Başarılıydı.
Bir gün bir kızı olduğunu okudum. Sonra da bir bebek dergisinin kapağında gördüm ve ikinci çocuğuna hamile olduğunu.
Doğumdan sonra yine televizyondaydı, bir ara doğum kilolarıyla, sonra da doğum kilolarını vermiş olarak.
Kafede oturmuş, önümdeki salatanın görüntüsünün tadını ve biraz sonra ağzımda dağılırken bana vereceği hazzı düşünürken elimdeki gazetede onunla ilgili bir haber gördüm:
Eşinin dayakları nedeniyle karakola gitmiş. Hem de bu ilk değilmiş.
Nasıl olabilir bu? Üniversite mezunu, başarılı bir kariyeri olan bir kadın, iki çocuk annesi nasıl böyle bir durumu sineye çekebilir? Nasıl çekebiliyoruz? Bize el kaldıran bir erkekle evli olmayı, onunla aynı yatağa girmeyi nasıl hazmedebiliyoruz? Hiç anlayamıyorum. Ama anlamamakla birlikte yapmış da bulunuyorum. O zaman da anlamıyordum, ama yaptım. O da mı aynı şeyleri yaşadı? Sonra o da mı benim nedenlerimle aynı nedenlerden ayrılmayı düşündü?
Nedir bizim, lohusayken dedemden dayak yiyen anneannemden farkımız?
Sanırım sadece üniversite yıllarında çürüttüğümüz dirseklerimiz, başka hiçbir fark yok, yaşadıklarımıza bakılırsa.
Tarih: her yerde kar var...
Kalbim senin bu gece...
Çok baktım pencereden, karda sana ait ayak izlerini görebilmek için...ama yoklardı. Varolan sadece, kalbimdeki ayazda kalmış kar taneleri...
Tarih: yine her yerde kar...
İşe gidemedim bu sabah. Yattım, kalktım, kar durumunu aldım, çözüm aradım. En sonunda pes ettim, sen gelme diyenlerin ısrarlı tonlamalarıyla vicdan rahatlığı yaşadım ve tam sabah uykusu için yatmıştım ki, kızım uyandı.
Kombi şiddetli rüzgardan çalışmaz durumda iken ilaç olan sıcak yatak efsanesi bir süreliğine yine kullanılmadan rafa kalktı.
Tarih: bir karakış günü...
Soğuktan şiştim. Kendimi davul gibi hissediyorum.
Teoman’ın bir şarkısında ‘babamın öldüğü yaştayım’ demesinin dişi versiyonu ‘annemin göbeğinin selülitlendiği yaştayım’ ben de.
Kendime beş yıllık kalkınma planı yaptım. Nlp gereği kendimi beş yıl sonraki halimle canlandırıyorum gözümde. Şimdiki halimden beş kilo daha zayıf, kendi işini yapan, iş zamanlamasını kendine göre ayarlayan, kızıyla daha iyi zaman geçiren, sevgi ve saygı dolu bir erkekle hayatını paylaşan bir kadın...
Çok beğendim bu kompozisyonu.
Tarih: hafta sonuna giriş...
Stresli bir hafta bitti. Eski ofis müdürü bayan on altı yıldan sonra işten ayrıldı. Onun yerine on üç yılını bir şirkete vermiş başka bir bayan göreve başladı. Bu bayan benden sadece bir yaş kadar büyük. Tabii ki, bu ne ya, nasıl olur durumunu yaşıyorum ve için için başarısız olsun isteği duyup kendimden utanıyorum. Ama bu yaşta da bu başarı olmaz ki canım. Başarı, ama neye ve kime göre? Göreceğiz, bekleyelim lütfen.
Çok isteksiz çalışıyorum. O kadar isteksizim ki, ortaokuldaki öğretmenimizin dediği söze uyamıyorum: kırbaçsız çalışmayı öğrenin çocuklar!
Artık kendimi kırbaçlamaya başladım.
Neyse, yarın evin tadını çıkaracağım. Miskin ve sakin olacağım. Hayaller kuracağım, yün öreceğim, film seyredeceğim, kahve içip fal kapatacağım, hatta arkadaşları eve davet edeceğim. Belki biraz da dışarı çıkacağım.
Çok uykum geldi. Şimdi kafamı yastığa koymaya üç milim kala uyusam, rüyamda da benim için dünyalar güzeli bir adamın gözlerindeki onun için dünyalar güzeli olan yansımamı görsem, içim bir hoş olsa gibilerinden bir şeyler mi görsem, yoksa sadece uzun bir kumsalda, masmavi denizin çırpıntılarının ayaklarımı ıslattığı, yalnız yürüdüğüm bir zamanı mı görsem?
Bilmem...
Tarih: buzlu bir gecenin ardından...
Karlar bitti, buz zamanı başladı. Sabah arabayı ısıtıp camdaki buzu çözdürdükten sonra güzel, uzun bir çatlakla karşılaştım. Henüz yaptıramadığım için, aman çatlamasın diye dua ediyorum şimdi. Masraf hiç bitmiyor ki...
Tarih:’of’ bir gün...
Artık işime dayanamıyorum. Bir zamanlar ne kadar mutlu çalışıyormuşum meğerse. Hatta her sabah nedense, trafikteyken hep aynı yerde ne kadar şanslı olduğumu düşünür, şükrederdim işim ve çalışırken tattığım zevk için, şimdi ise o işten çıkarılmama neden olan kişiye ah’lar ediyorum.
Tarih: yine elimi tutamadım...
Bana bir mail yollamış, kanserden ölen bir kadının hayatındaki pişmanlıklara dair, hayatının keşke’leriyle ilgili. İki gece uyuyamadım sinirimden. Niye bana bunu gönderdi,bana ne demek istiyor diye...en sonunda tutamadım kendimi, yazdım içimdekileri. Sonra da öyle güzel uyumuşum ki, şaşırdım kaldım.
Neymiş, içimde tutmamalıyım hiçbir şeyi, atmalıyım, tutan ve yakalayanın seçimi ne yapacakları. Beni hiç ilgilendirmiyor.
Tarih: şişkinlik günleri...
Bazen kendimi ayaklı bir kevgir gibi hissediyorum. Her tarafımda delikler var ve sanki ruhum o deliklerden kaçmak ister gibi. Yalnızca ruhumu bedenime hapsetmek için yiyorum. Adeta tıkıyorum o delikleri. Nefes almadan yiyorum, midem doluyor, ben hala yiyorum. Yediğimin ne olduğuna bakmadan, sadece yiyorum. Yaptığım tek jimnastik ise ağız hareketi oluyor. Sonra da zavallı organlarım, yediklerimi (tıktıklarımı) hazmetmeye çalışırken aşırı efordan yorgun düşüyorlar. Sonunda elimi kaldıracak halim olmuyor. Elimi kaldıramayınca içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor.
Zayıf olmak istiyorum. Bugünden yarına olsun istiyorum. Tabii ki olmayınca salıveriyorum çayıra, mevlam da kilolarımı kayırıp, onların bedenime daha iyi yerleşmesini sağlıyor. Bir güncük de beni kayırıp, kovsa ya şu kiloları misafirlikten. Yesem, yesem, zayıf kalsam...
Tarih: yılın ikinci iğrenç günü yaklaşırken...
Soğuk şubat ayının sevgilisi olanlar için içleri ısıtan günü yaklaşıyor.
Karar verdim. Sadece sevgililer gününe özel, yakışıklı ve komik erkek kiralanır kampanyası düzenleyeceğim. Hem de Bonus’a on iki taksit. Böylece bütün yıl her ekstre gelişinde o günü hatırlarız. Artık hayıflanır mıyız, pişman mı oluruz ya da aslında aşık mı oluruz, orası meçhul.
Tarih: yılın ikinci iğrenç günü yaklaşırken...
Vazgeçtim fikrimden. Şimdi o gece için uygun adamı bulsam, kiralasam ve memnun kalsam bile, bir gece için on iki ay ödeme yapamayacağım.
Yeni projem, o gece sarılıp yatmak için peluş bir ayı ve bir şişe Jean Paul Gaultier erkek parfümü. Nasıl olsa bütün erkeklerde bir ayılık yok mu? Sıkarım ayının üstüne parfümden, sarılır uyurum. Hem de bütün bir yıl boyunca kullanırım.
Evet, tuttum bu fikri...
Tarih: hafta sonunda bir gün...
Ve kadın dedi ki:
-     seni çok sevdim, biliyorsun bunu.
Ve adam cevap verdi:
-     biliyorum.

Ve kadın dedi ki:
-     peki neden kırdın beni bu kadar, nasıl bu kadar çok yalan söyleyebildin?
Ve adam cevap verdi:
-     bilmiyorum. Sadece bir içgüdü herhalde.

Ve kadın dedi ki:
-     bu kadar güçsüz müsün?

Ve adam cevap verdi:
-     bilmiyorum.

Ve kadın gitti.
Ve kadın kustu. (çünkü hazmedemişti)
Ben kusamadım hiç. Sanırım benim midem sadece içini boşça ve bolca doldurduğum bir sandık gibi, giren hiç çıkmıyor, ama her şeyi yüreğim taşıyor. Yüreğim acıyor, batıyor, kanıyor.
Tarih: çok karlı bir gün...
Karla ve arabayla boğuştuğum günün ardından gelen ikinci karlı günde işe arkadaşımla gittim. Daha rahattı tabii.
Akşam erken çıktık ve kolayca geldik. Trafik rahattı. Gelir gelmez arabayı temizlemek için kızımla dışarı çıktık. Önce arabayı temizledik. Sonra da kartopu oynadık. Karlara yattık, dizimize kadar karın içinde koştuk. Eve gelince buz tutan uzuvlarımızı ısıtmak için hemen banyoya girdik. Kızıma kese yaptım, kızaran derisini görünce ve canı acıyınca çığlıklar atmaya başladı. Eski annesini istiyormuş, eski annesi canını acıtmıyormuş. Ben artık kötü bir anneyim yani...
Yemekten sonra kahve içtim, yorgunluk çıkaran cinsinden. Sonra da fal baktım tabii, kaçar mı?
Fincanda gördüğüm her şekil sevişen ve öpüşen çiftlere benziyordu. Abaza mıyım, neyim?
Tarih: işe giderken...
Kar durumları devam ediyor. O yüzden yine bu sabah minibüse bindim. Ayakta yolculardan biriydim. Benden sonra biri bindi. Boyu boyuma, posu posuma uygun...önce çantalarımız arkadaş oldu, biz yanyana durduk. Hoş bir elektrik verdi bana, en azından evin bir haftalık aydınlanma’sını çıkarabilirim bu elektrikten.
Bir ara gözümün ucuyla, gözünün ucuyla baktığını farkettim, içim güldü.
Sonra oturan yolcu mevkiine eriştim. Hemen kitabımı çıkardım, küçük bir ders el kitabını. Dikkatimi vermeden okur göründüm. Maksat, bak ben okuyorum havası yaratmak.
O altta kalmadı. Bir baktım, ne zaman çıkarttığını görmediğim bir kitap elinde. Ben ayakta da okurum, seni gidi kolaycı havası...hem de kitabın adı, ayaz gecenin sonunda buzlanmış yollara uygun ‘don hikayeleri’...
Vaaaay, ortama uygun giyinir, ortama uygun okurum...
Sonra inmem gereken durağa geldim. Ve indim.
Ben aslında bugün kısacık bir aşk yaşadım.
Başladı ve bitti, hiç acı vermedi.
Tarih: öylesine bir gün...
Gazım var. Öleceğim baskısından. Yoğurttan mı, sıkıntıdan mı, yalnızlıktan mı? Çok şiştim.
Tarih: öylesine bir gün daha...
Gözlerim yanıyor. Canım çok sıkılıyor. Hiçbir şey yapmak istemiyorum.
Sorun ne?
Bilmiyorum.
Tarih: bir haftasonu...
Yemekler yaptım, kafadan atarak...
Arkadaşımla kahve içtik karşılıklı, parasızlığın gözüne gözüne vurduk ve parasızlık kör kaldı. Bizi görmesin istedik.
Ben bir de evdeki toz oranına bakmadan geçtim salondaki bibloların yanından, mutfaktaki bardak yanı tozlarına ise gözümü yumdum, yaramaz çocuğunun yaptıklarını yorgunluktan ses çıkaramayan anne gibi...
Şimdi de ütü yapmam gerekli. Ütü masasını televizyon karşısına konuşlandırıp, ütünün sıcaklığına sığınacağım.
Tarih: yılın istenmeyen ikinci günü (bekarlar ve yalnızlar için)...
Bugün arkadaşlara aşağıdaki duayı yolladım.
Eller saat: 12.21’de, öğle ezanina mütakiben ayalari yukari bakacak sekilde kaldirilacak (hepinizin saat ayarlamasi yapip, ayni anda amin demeniz sinerji yaratilmasi ve duanizin cabucak kabul edilmesi acisindan büyük önem arzetmektedir)
Okunacak dua:
Yüce rabbim, bu mübarek 14 subat sevgililer gününde fani kulun bendeniz icin karsisina bilerek ya da bilmeyerek cikacak, kalbi temiz, gözleri icindeki sevginin atesiyle cakmak cakmak yanan, eli ayagi düzgün olmasa da davranislari düzgün, saygili ve saygi duyulacak, karakterli, sadik (sadik kalmama ya da kalamama durumunda penisi aninda kökten kopup, boynuz parlatmaya yarayacak güderi bir beze dönüsün insallah), en az bu fani kulun kadar komik, sohbeti hos, dansi iyi, fani kulunun sevebileceği, içini pırpır ettirecek ve onu cok sevecek, boyu boyuna, posu posuna uygun, fani kücük ve kaprisli, karakedi kimligine hemen bürünebilecek minik kizinin da kalbini bir agabey sefkatiyle fethedecek, cocuk oyunlari oynamaya uygun, hayalgücü ‘kücük kizin günlüklerini’ onbeş cilt icin tefrikalar halinde yayinlayacak kadar genis fani bir kul cikarmani can-i gönülden dilerim.
AMİN
Tarih: çocuktan al haberi günü...
Bugün eski kocam kendine bir yüzük almış. Yıllarca, ben yüzük takmayı sevmiyorum diyerek, alyans takmayı reddettikten sonra aslına rücu etti sonunda.
Kızımın yüzüne kızgın bir suratla , sor bakalım baban olacak o herife, neden hiç annenle evliliğini ortaya koyacak alyansını bir gün bile takmadı, diye haykırmak istedim.
Ama yapmadım. Kendimle gurur duyuyorum.
Tarih: arkadaşımın yaş günü...
Bazı günler vardır, baştan sıkıntılı başlar ve sıkıntılı biter. Bugün de öyle bir gün. Sabaha karşı kötü bir rüyanın ortasında, çişini kaçırmış kızımın çağrısıyla uyandım. Sonra zar zor uyudum tekrar.
İşe giderken rüyanın etkisiyle kaza yaparım diye çok korktum. Sonra şirkette bazı sıkıntılı anlar yaşandı. Sonra arkadaşımın başı yaş günü için yapılan sürprizden haberi olmadığı halde, kaprisli bir arkadaşı yüzünden ağrıdı. Sonra Tem’de bir kaza gördüm, üstü örtülmüş bir ölü vardı.
Akşam o kadar sıkıldım ki evde, içimin acıdığını hissettim, yüreğim yerinden çıkmak için çırpındı.
İzlediğim ve her zaman zevk aldığım televizyon dizisi bile bu akşam kusturucu sıkıcılıktaydı.
Çok sıkıldım akşamları yalnızlıktan. Paylaşacak birilerini istiyorum, sofrada yemeği, kızımla sohbeti, film arası reklamlarda yorum yapmayı, koltukta başımı kucağına koyup saçımın okşanmasını istiyorum. Of ya, neden hiçbir şey tam olmuyor?
Tarih: öylesine bir iş günü...
Kafamın içi bomboş, ben bizzat olarak ben bomboşum, sanki boşlukta sallanır gibiyim, kendimi akıntıya bıraktım, salınıyorum, salındıkça boşalıyor çevrem.
Nereye kadar böyle yaşanır ki, nereye kadar salınır insan?
Henüz cevabını bulamadım.
Tarih: o itirafı buldum...
Sadece sıkıntıdan her akşam güncellenen üç sayfasını okuduğum o siteye tekrar girdim. Arşiv kısmına girdiğimde ilk aklıma gelen tarihi yazdım. İçimden bir ses, bir zamanlar okuduğum ve çok etkilendiğim ve sonraları zaman zaman bulmaya çalıştığım o itirafı göreceğimi söyledi.
İçimdeki ses bir gün de yanılsa ya, ne iyi olur:
benimhayatım; Cinsiyet: Erkek; Yaş: 41; İl:İzmir 28.01.2002
1998'in sonbaharında eşimi kaybettim. 7 senelik evliliğimizin 2 senesini kanser tedevisi için hastanelerde geçirdik. Eşim her evlilik yıldönümümüzde ikimizin fotoğrafını çekip çerçeveler, "Bunlar bizim hayatımızın gölgeleri" derdi. Öldüğünde 7 tane çerçeveli resmimiz vardı. 97'nin bir gecesinde onu aldattım. Ona sürekli, onu çok sevdiğimi ve hep sadık kaldığımı söylerdim. Ölmeden 2 hafta önce bunu tekrarladığımda acı bir gülümsemeyle bana baktı ve sadece, "Biliyorum" dedi. 1 ay önce İzmir'e kar yağdığı gün evdeydim. Resimlere bakıyordum yine. Her çerçevenin altında bir harf olduğunu ilk defa o gün farkettim. "A-r-k-a-s-ı-n" Gerisi için yıllar yetmemişti. Hemen çerçevelerin arkasına baktım. Hiçbi şey yoktu. Sonra hepsini söktüm. Herbirinin arkasından bir mektup çıktı. Geçirdiğimiz her sene için sevgi dolu sözler yazmıştı. 1997'deki resmimizin içinden çıkan zarf ise siyahtı. Şu sözler yazılıydı: "14 Mart 1997. O sabah bana gözlerin başka birine dokunmuş gibi baktı, biliyorum." İçim kanıyor. Sadece paylaşmak istedim.
Yine ağladım tabii okuyunca. Şimdi ne yapıyordur bu adam? Evlenmiş midir, her ölüm yıldönümünde, bayramda karısının mezarına çiçek koyuyor mudur, ondan çocuğu var mıdır, karısının ailesini arayıp soruyor mudur?
Bana da ne oluyorsa, merak ediyorum işte. Acaba kaderimde bu adamla tanışmak mı var?
Aman tanrım, onun eşini kaybediş tarihi benim kızımı doğurduğum zaman. Acaba onun karısı şimdi benim kızım mı oldu da o yüzden kendimi bu adama bu kadar yakın hissediyorum?
Kafayı yemeye yer mi arıyorsunuz? O yer benim beynim...
Tarih: eski kocayla yumuşak konuşmalar zamanı...
Eski kocam aradı, kızımıza köpek bulmuş. Düşüncelerimizi paylaştık. Bir iyi konuştuk, bir iyi konuştuk, içim kan ağladı. Çok özlüyorum onu bazen.
İlk evlendiğimizde birkaç ay sonra televizyon alırız demiştik. O birkaç ay, kızımızın doğumundan sonra benim evde oturmaya başlamama kadar beş yıl sürdü. Beş yıl boyunca gelsin yap-bozlar, gitsin dergiler, kitaplar. Bütün arkadaşlarımız bizi bütün arkadaşlarına örnek olarak parmaklarıyla gösterir, bunların televizyonu yok, derlerdi.
Sonra eve televizyon girdi, internet girdi, ama adam dışarı gitti. İletileşilemeyen ortamlarda zıt kutuplar oluştu.
Sonuç bilinen, standart evlilik düzeyi, sonuç gittikçe standarta dönüşen boşanma.
Telefonu kapatınca hemen kaç dakika konuştuğumuza baktım. Dört dakikayı geçmişti. Bizim seslerimiz yükselmeden, stres katsayımız günlük iş stresi katsayısının bile altında kalmış olarak...sonra kaçar mı, ağladım tabii, niye biz böyle olduk diye.
Cevabın basitliği içimi yakıyor: salaklık
Tarih: bir haftasonu...
Eski kocamla bu aralar çok yumuşak konuşmaya başladım. Hiç hoş değil, aslında hem hoş hem değil. Benim onunla bu sesle konuşmaya başlamam onu affetmeye başlamam demektir. Bu da ona kötü davranmayacağım demektir. Ama benim içim hala acıyor, bu acıyı nasıl çıkartacağım? Rüyalarımda onun kafasını kırarak mı?
Tarih: kurs sonrası eve gidiş...
Otobüs bekliyordum. Arkamda çok şirin bir kız çocuğu annesiyle sayı sayıyordu. Durağın hemen dışındaki aynı yaşlardaki kız çocuğu da onlara yanaştı. Belli ki, hoşuna gitmişti oyun. Bunu fark eden şirin kızın annesi, istersen sen de katıl dedi. Birden sahneye diğer kızın annesi girdi. Kızgın bir sesle, sen uzaklaş yanımdan, bak ben de seni nasıl bırakıp gidiyorum dedi. Kız da tabii ki, aklı şirin kızın oyununda annesinin tarafına doğru gitti. Halbuki kötü anne, kızını olduğu mesafeden görebilirdi, yani kontrol edebileceği uzaklıkta, kızına özgürlük tanıyabilirdi.
Sahne değişti, bu sefer ilgi alanıma kötü anne ve kızı girdi. Kadın yanındaki poşetleri kızına verdi, daha doğrusu kız boyunca poşetlerin tutamaçlarını sıkı sıkıya tuttu ve düşmesinler diye onlara yaslanırcasına eğildi. Kadın ona bir şeyler söyleyip bir yere gitti. Sadece ve sadece üç tane poşeti taşımamak için, kızını oracıkta bırakıverdi.
İçimden doğal olarak kötü anneyi alıp önce bir evire çevire dövmek, saçını başını yolmak geldi. Sonra da yanımdaki şirin kızın annesine, şeytan diyor ki, götür kızı karakola, geldiğinde arasın dursun kızını, dedim. Kızın psikolojisini düşünmek onu da yapmama engel oldu.
Sonra otobüsüm geldi. Normalde bir saate yakın bekleyeceğim halde bu sefer erken geldi ve bindim, tabii aklım da kızda kaldı. Orada ne kadar bekledi, kadın kızını nasıl bırakmaya cesaret etti, bir anne kızının psikolojisiyle niye oynar sorularını da yanımda taşıyorum otobüse bindiğimden beri ve acaba beklese miydim diye de hala kendime kızıyorum.
Hiç tanımadığım bir insan benim hayatımı bu denli rahatsız ettiğinin farkında mı, bu hakkı niye ona veriyorum? Hem benim yanımdan bir yere gitme diyip, sonra da burada bekle, ben geliyorum demek nasıl bir ‘bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ çocuk yetiştirme stilidir? Bunları yaşayan bir çocuğun kafasından ve yüreğinden neler geçer?
Tarih: herhangi bir gün’lerden bir gün...
Bu aralar hiçbir şey olmuyor gibi sanki, her gün bir öncekinin aynısı gibi.
Gece oldu, yat; sabah oldu, kalk, giyin, işe git, gel...
Herkesin hayatı gibi bir hayat işte.
Şimdi hiçbir şey yapamıyorum, iş çıkışı eve koşuyorum, evde beni bekleyen minik yatırımımı yalnız bırakmak istemiyorum, ama o biraz büyüsün, beni fazla yanında istemediğinde şimdi gitmek isteyip de gidemediğim ne kadar kurs varsa gitmek istiyorum: yemek kursu, bilumum kişisel gelişim kursları ve yüzme.
Gözümün önündeki kızımın mezuniyet günündeki fotoğrafımı değiştirmeye uğraşıyorum şimdi kafamda. Daha önce kolları hafifçe şişman, dizüstü siyah bir elbise giymiş, omuzlarında şalı olan şimdiki kilomda bir kadını hayal etmiştim kendim için.
Sonra dedim ki kendime, salak mısın sen? Neyi hayal edersen o olur. Neden kendini zayıf olarak görmek istemiyorsun? Yine kendime bir şeyleri yakıştıramıyorum galiba.
Şimdi içimden kırk kere kırk kez ‘sen her şeyin en iyisine layıksın zayıf ve çekici kadın’ cümlesini geçirmem gerekiyor.
Tarih: geleneksel istek günü...
Hafta içi bir gün evde oturup etamin yapmak istiyorum.
Sabah deniz kıyısında kahvaltı edip sonra sinemaya gitmek istiyorum.
Akşam sevgilimin yanında uyumak istiyorum.
Sabah kalktığımda beş kilonun bedenimi terketmiş olduğunu görmek istiyorum.
Tarih: bir haftasonu sonu...
Kızımı okuldan almaya karar verdim. Okuldaki eğitim sistemi, reklama yönelik çalışmaların yoğunluğu, bir çok okulu bir anda almaları beni okuldan soğuttu. Bu sefer de tekrar hangi okul iyisidir,ne yapsam, nasıl yapsam soruları beynimi yemeye başladı.
Bu stresi bir de kızım ilk doğduğunda hangi doktora götürmeliyim sorusu karşıma çıktığında yaşamıştım. Eski kocamın iş arkadaşı bir doktor tavsiye etmişti. Randevusuz hasta bakıldığı için iki saat bile beklediğimiz oluyordu ve tabii ki ben beklemekten sinir krizi geçiriyordum. Bir de bir gün duvarda doktorun pratisyen hekim olduğunu okuyunca, o dakika oradan ve o doktordan soğumuş, başka doktor arayışlarına girmiştim. Kardeşimin kızının doktoru, bir arkadaşın çocuğunun doktoru derken iki üç doktor dolaştık. Biri kızımın göbek fıtığı yüzünden ameliyat olması gerektiğini, çok geç kaldığımızı söyleyip iki günü ağlayarak geçirmeme yol açtı. Halbuki pratisyen hekim sadece kesenin büyük olduğunu, fıtığın küçük olduğu için iyileşeceğini söylemişti. Daha sonra alelacele gittiğimiz cerrah pratisyen hekimle aynı şeyi söyleyince yüreğime tonlarca su serpilmişti.
Bir diğer uzman doktor, kızıma bir kan testi yapsak, gözlerinin altı mor ve sürekli yorgun dediğimde, onun tipi öyle demişti; sanki dört yıllık çocuğumu benden iyi tanırmış gibi. Sonunda pratisyen hekime götürdüğümde testler yapılmış ve kızım had safhada kansız çıkmış ve demir almaya başlamıştı.
Diğer uzman doktor kızıma obez teşhisi koyup az kalsın tarafımdan boğularak öldürülecekti ki, sadece bir daha ona gitmeme kararı vermeme neden olarak halen hayatını sürdürüyor.
En sonunda genel denetim, test ve onaylamalar sonunda kızım halen bir derdimiz olduğunda, pratisyen hekime gidiyor.
Öğrenilen ders nedir? Bir şeyin ya da kişinin sıfatı, markası değil, içeriği önemlidir.
Bu durumda ben nasıl okul seçeceğim? Birinin bahçesi kötü, diğerinin öğretmenleri kötü, biri çok iyi ama çok pahalı, birinin adı, diğerinin tadı... şu anda bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır kıvamında debelenip duruyorum. Umarım iyi okulu seçmek için kızımı okul okul dolaştırmak ve her öğrenim yılı başında aynı şeyi yaşamak zorunda kalmam.

Tarih: saatler, günler, haftalar, aylar, yıllar sonra...

Artık geçti, öfke, kızgınlık, hayalkırıklığı, ah'lar, keşke'ler... hepsi birer birer silindi.

Şimdi geçmiş ince bir tül perde gibi, bir sis perdesi sanki, gittikçe inceliyor...

Sadece iyi anılar kaldı içimde.

O'na teşekkür ettim içimden, kazandığım kendim için, yaşadığım acı deneyimin sonunda artık kendime verdiğim değerler için, önce ben demeyi öğrendiğim için.

Artık kendimi tuz kadar seviyorum.