Geçen ayki sayfa görüntüleme sayısı

1 Mart 2011 Salı

Almanya macerası

Almanya macerası…
Uzun süredir yurtdışına çıkmamıştım. Avrupa’nın soğukluğunu , temiz ve düzenli binalarından oluşmuş sokaklarında dolaşmayı, sadece ve  sadece yabancı olmayı özlediğim zamanlar geldi. Bir de üstüne ‘ye, dua et, sev’ kitabındaki başını alıp gitmelere olan özentim de baş gösterince, içimdeki biri sürekli ’yurtdııııışııııı, yurtdışııııı’ demeye başlamıştı.
Buyurun size çekim yasası, nasıl da can-ı gönülden istemişim?
Yaptığım iş gereği sürekli renk okeyi vermem gerekiyor. Yıllardır aynı işi yapıyorum. İlk işe girdiğimde beni nasıl olur da yurtdışındaki firma merkezine göndermediler diye sürekli düşünür dururdum. En sonunda bazı sorunlar çıktı ve benim Almanya’ya gitmeme karar verildi. Ben sadece iki gün kalmak isterken, beş gün kalmamın iyi olduğu söylendi  ve ben yıllardır beni davet eden lise arkadaşıma hemen bir mail atıp, heeeey, haftasonu ve hatta izin alırsam pazartesi de olmak üzere bana dayanabilir misin, diye soru silsilelerine başladım. Vee geçen yıldan kalan bir gün iznimi de almaya başardım.  
Pasaportum yıllardır kullanım dışıydı, zaten çipli pasaportlar da çıktı. Önce pasaporta başvurdum. Yurdum bazı olayları aşmış, önce randevu alınıyor. Neyse, bilge şoförümüz Faruk ile gittik. Aman Allahım, bu arada Eminönü artık bir ilçe değil, ben Fatih’e bağlanmışım. Nüfus kağıdını da bu arada, nüfus memurunun engin anlayışıyla öğle tatiline iki dakika kala değiştiriverdim. Neyse, melekler yardımımıza koşmuştu ve pasaport memuresi de öğle tatilinden benim için yedi ve başvuru tamamlandı.
Bu arada şirketten şefim ve bilgisayar dehamız Cevat’ın da aynı dönemde Almanya’da olma durumu vardı… ohhh, çok şükür, yalnız olmayacağım. Uzun süredir görmediğim havaalanı, check in, bagaj kontrolü, öffffff, tek başına hiç çekilmez bir durum…
Bu arada zaman daraldı, acaba pasaport çıkacak mı, vize için de randevu alınması gerekli, her gün bir şeylerin değişikliği geliyor, uçak biletim rezerve edilip edilip uzatılıyor.
Uzun lafın kısası, pasaport geldi, vize Perşembe günü çıktı, Cuma günü vizeli tazecik pasaportum geldi, Cuma günü biletim alındı ve pazartesi öğlen şefim, Cevat ve ben uçaktaydık. Check in sırasında her ne kadar yan yana düşmesek de, yurdumuzun has adamlarından biri benim yanıma oturacağına, Cevat ile yer değiştirmeyi kabul etti, başım üstüne dedi ve üçümüz yan yana sıralandık.
Zaten şefimin peşinde elimde koca kaban, ağır laptop, bir türlü omzuma atamadığım dar askılıklı, ağır çantamla dolanmaktan dilim dışarıda, sırtımda ter damlacıklarıyla pek hoş bir durumda değilken,koltuğa yayılıverdim. Allahtan boyum kısa, her yere kolayca yayılıveriyorum, yaşasın boyum, bedenim ve ben…
Bu arada şirketten bir arkadaş bizden bir gün önce kalacağımız otele yerleşmişti. Getirdiği Türk kahvesi, kahve fincanları, elektrikli cezve, benim getirdiğim şifa taşları, kartlarla akşamları yemekten sonra, parti tadında geçti, bir de yaptığımız yüz maskesi var ki, fotoğrafları görülmeye değer…
Akşamları bir araya gelmesi neredeyse imkansız olan bizlerin sohbetleri,  bir okulda yatılı kalan öğrencilerin konuşmaları tadındaydı.
İş derseniz, amaaaaan, işi takan kim? Yıllar sonra benim nasıl renk baktığımı kontrol ediyorlar… hmmm, bu biraz kızıl, tolerans dahili, ama ben tekrar çalıştırırdım…. Bu biraz mavide, çok kirli duruyor, okey değil…. Yok, bu olmamış, çok sarıda, mavilik gerekli… aslında işi en kolay olan bendim, çünkü şefim ve diğer arkadaşın workshoplara girmesi, Big Boss’un her türlü ruh durumunu çekmeleri gerekiyordu, bu arada workshoplar sırasında bütün firmadaki herkes sandalyelerinde, altlarında elektrik veren çiviler varmış gibi oturuyorlar, ben de görünmez olmayı diliyordum.
Aralarda iş arkadaşlarımızla buluşup, heyyy nasıl gidiyor diye durum raporu alırken bir yandan da, eşek kadar büyük şirkette bir yerden bir yere gidip, gittiğimiz yolları aklımızda tutmaya çalışıyorduk. Uzay üssü Alfa’nın tekstil modeli olan şirkette, bir hafta boyunca çıkış yolunu öğrenemedim, labirent gibiydi.
Almanların Gasthaus dedikleri tarzdan otel-pansiyon arası nitelendirebileceğimiz otelimizden önce şefimiz ayrıldı, sonra bizden önce gelen arkadaş; sonunda bilgisayarcı arkadaş ile ben kaldık. Son akşamımızda yemekten sonra çikolata alışverişine çıktık ve biraz dolaştık. Bulduğumuz en büyük meydanı yavaş yürüyerek bitirmek üç dakikamızı aldı. Bu kadarcık alanda bir tarih müzesi vardı, akşam olduğu için kapalıydı ne yazık ki. Neyse, bir taş, müze, tarih meraklısı ben için orada bulduğumuz, aydınlatılmamış ve karanlıkta ne olduğunu tam olarak göremediğimiz anıt çok heyecan verici oldu. Daha sonra yol kenarında üstünde bir şilt gördüğümüz büyük, devasa taşın yanına gittiğimizde, Commerzbank’ın Steinhagen şubesi tarafından bağışlanmış bir kaya olduğunu anladık. Bağışlanmayı gerektirecek bir özelliğini bulamadık, ama Alman zekasını anlamak zaten benim için pek mümkün olmuyor.  
Ertesi gün otelden ayrıldık, artık Cevat ile de yollarımız ayrılıyordu. Yolculuğun başında ben arkadaşım tarafından otelden alınacak ve o ablasının yanına trenle gidecekken, aslında ben tren bileti aldım ve onu eniştesi otelden aldı. Bu arada benim, son gün tren grevi sorunuyla heyecansız günlerime heyecan geleceğini kim bilebilirdi? Sendikalaşmak isteyen tren makinistlerinin grev yapacağı tuttu. Ben yine en deli halimle melekleri devreye soktum, çaktırmamak için de telaşla, ne yapacağım ben demeye başladım. Tren biletimi almış olan şirketteki tek Türk çalışan kız Ruki, sağolsun,bir sorun çıkması olasılığında beni evine davet etti.
Ruki’nin erkek kardeşi beni alıp Bielefeld’e götürdü, grev hakkında bilgi aldıktan sonra, gidebileceğimizi ve rötarlı durumları öğrenip, bir kahve içimlik zamanımızı değerlendirdik. Yurtdışında yol yordam bilmeyince, insan kendine destek birileri olduğunda ne kadar rahat ve huzurlu olabiliyor…
Hannover’den aktarma yapmam gerekiyordu, gitmem gereken peronu buldum, treni beklemeye başladım ve yandaki perondaki trenin iptal edildiğini öğrendim. Şansıma benim trenim zamanında geldi ve dört saatte Ingolstadt’a geldim.  Bu arada peronda aynı trene binecek olan yaşlı, ama bir Alman’a yakışmayacak kadar güleryüzlü olan bir kadınla sohbet ederek, bir o tarafa bir bu tarafa elimizde bavullarla koşturup durduk, ben kadına tschüss diyemeden, gözden kaybettim. Neyse ki, bu Almanlar böyle şeylere takılmıyorlar, biz de nazik olamadık diye kendimizi yiyoruz. Bunu bana hatırlatın, 15 yıl sonra yine aynı oranda üzülüyor olacağım, kadına iyi günler, iyi yolculuklar diyemediğime…
Dört saat boyunca trende yerimden kalkmadan yolculuk yaptım, biletim ikinci sınıftı, ama ben birinci sınıftan farkını bir türlü anlayamadım, çünkü her şey iyiydi.
En sonunda Ingolstadt istasyonunda ağır bavulumu çeke çeke giderken arkadaşımın bana doğru geldiğini gördüm. Huh, her şey yolunda…
Muhteşem doğa manzaraları, ilginç kiliseler, arkadaşımın Alman arkadaşları, yediğim tipik Alman yemekleri ,tatlıları… bir haftalık Almanya maceram en güzel şekliyle bitti…
Cana yakınlığıyla Türk konukseverliğini gurbet ellerde bize yaşatan Ruki ve kardeşine, bana en güzel yurtdışı tatillerimden birini yaşatan lise arkadaşım Fethi’ye can-ı gönülden teşekkürler ve her zaman dediğim gibi ben çok şanslıyım, çünkü çevremde hep iyi insanlar var.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Aşk Tesadüfleri Sever...

Son zamanlarda pek sinemaya gitmiyordum, istisnaların istisnasını yaptım ve bir filme iki kez gittim: Aşk Tesadüfleri Sever…
Yakışıklı Mehmet Günsür ile oyunculuğunu ilerletmiş olan güzel Belçim Bilgin başrolde… sinemanın keşfedildiği,  halk için ya da sanat için yapıldığı, festival için olsun, Oscar için olsun, ne için olursa olduğu yapıldığı her filmde olduğu gibi başrol yine güzel insanlara verilmişti.
İkinci kez filme kızımla gittim, insan çocuğuyla sinemaya gidince sanırım daha bir ebeveyn psikolojisinde oluyor. Bir de tabii filmin akışını bilmenin rahatlığıyla kendimi psikolojik olarak öyle bir hazırlamışım ki, geçen sefer ağlayamadığım her sahne için duble gözyaşı döktüm.
Filmi çok beğendim, çok çok beğendim, çok çok çok beğendim. Geçmişe gidiş gelişler, geçmiş ve şimdiyi bağlamalar, sahneler, dekorlar, ışık bence çok güzeldi.
Aslında bu film bana çok başka şeyleri de gösterdi, bir filmden çok daha gerçek bir dünyayı, belki de benim şu ana kadar fark etmediğim şeyler silsilesi…
Film iki bebeğin doğumuyla başlıyor gibi, ama aslında orada en önemli nokta, iki arabanın birbirine çarpması ve doğumu başlamamış kadının suyunun gelmesiyle doğuma alınması ve filmin ortalarında öğreniyoruz ki, eğer o kaza olmasaymış, boynuna kordon dolanan bebek doğmadan, anne karnında ölecekmiş. Her şerde bir hayır vardır, değil mi?
Filmin ilerleyen sahnelerinde, beğendiği çocukla tanışmak isteyen kızın kaza süsü verdiği bisiklet çarpmasıyla, çocuğun kalbinde aritmi olduğu ortaya çıkıyor ve tedaviye alınıyor. İkinci hayır-şer konusu… Çocuklarımızı dış dünyadan o kadar korumasak da oluyor yani.
Kızın babasının sevgilisine gitmek için evi terk etmesi sonunda annenin güçlü durmaya çalışırken, aslında yıllardır parmağından çıkarmadığı alyansını da fark ettim. Ayaklarının üstünde durmaya çalışırken, evlilik kurumuna nasıl da sığındığını, başka erkeklere, tekrar sevmeye ve sevilmeye nasıl kapılarını kapattığını gördüm, başka gören oldu mu, bilmiyorum.
Beni en çok ağlatan sahne, hayatı boyunca korunarak büyüyen, ama kabuğuna sığamayan, kendine bir hayat yaratmak ve adı gibi özgür olmak isteyen Özgür’ün Istanbul’a müzik yapmak için gitmek üzere yola çıkmadan önce babasının söyledikleriydi. ‘Senin hayatının çerçevesi belli, çerçeve bu kadar, dışına çıkamazsın!’ Bu cümlenin içinde bir anne babanın çocuklarının hayatından nasıl endişe edebileceğini hissettim ve bunu o çocuğun hiçbir zaman anlamayacağını, aslında kendini hapishaneye sokulmuş gibi hissederken, anne babasının tek amacının onun bir gün daha, bir gün daha fazla yaşamasını amaçladıklarını…
Ve bir babanın bu acının verdiği öfkeyle söylediği cümlenin ona nasıl da yıllara mal olduğunu gördüm: ‘Bu kapıdan çıkıp gidersen, benim için artık yoksun demektir!’
Bir anlık öfkeyle söylenen, altında ‘başına neler gelebilir, ben bu acıya nasıl dayanırım, her gün ölmemek için seni silmek zorundayım’ duygularını ya da buna benzerleri barındıran, ama yıllarca oğlunun bu yüzden affedemediği, belki de aslında anlayıp da bunu bir türlü gösteremediği baba…Yaşanan acının bedeli bu kadar ağır mı olmalı?
Babasının ölümüne yakın oğlu için doldurduğu kasede söylenenler, her anne babanın kulağına küpe olmalı ve çocuklarına bir hayat dersi olarak aktarmaları sağlanmalı:
‘Sana , senin çerçeven bu kadar, demiştim, ama artık anladım ki, önemli olan çerçeve değil, çerçeveye koyduğun resimdir!’
Kadının evlenmeyi düşündüğü, ama sonra bunu yapamayacağını anladığı Burak’ın  Özgür’ü yağmurun altında baygın gördüğünde, taksiyle hastaneye götürürken çalan telefonda, kısa süre önce kendini terk eden, sevdiği kadınla karşılaşması ve bunu son derece olgunlukla karşılaması ve insanlık görevini sonuna kadar götürmesi bence takdire şayandı… İnsanların terk edildikleri zaman öfkelerinden neler yapabileceklerini ve soğuk yenen intikamın nasıl alınabildiğini göz önüne alırsak, bir ders alınması gerekli bence bu sahneden.
Ama bir yandan da Burak’ın, sevgilisi Deniz’in başka birine aşık olduğunu duyduğunda ilk sorduğu sorunun, yattınız mı olması içimi ürpertti. Erkekler aşkı sadece yatak olarak mı değerlendiriyor? Sadece bir an benimlesin diye mutlu oldun mu, sorusunun altında neden bir yatak olması gerekli? Neden erkekler ayrılırken, çoğunlukla kadınların yatak hikayelerine takılıyorlar bu kadar çok? Bunun altında başka erkeklerle karşılaştırılma, penis boyu uzunluğu ölçümlerinin sonuçlarıyla başa çıkamama, ten kokusu sorunu mu var? Yine buna takıldım.
Filmin sonunda beklenenin aksine erkek yerine kadın öldü, erkeğin bedeninde yaşamaya devam ederek… hayatlarının başlangıcından beri birbirlerine bir şekilde hayat veren çift, çift bedenden tek bedene indi. Bir erkeğin kalbinin yerinde sevdiği kadının kalbinin olması nasıl bir şeydir? Bir erkek yıllarca içinde sevgisini sakladığı kadının kalbiyle yaşarken, tekrar sevebilir mi, tekrar başka bir kadınla birlikte olabilir mi, olursa suçluluk duyar mı? Bu nasıl bir ders, nasıl bir büyüme, nasıl bir olgunlaşmadır ruh için?
Kendimi kah aldatılmış, hayalleri yıkılmış, ama her  şeye karşın kocasını seven annenin yerine, kah hayat amacının peşinden gitmek isterken, sevgilisi tarafından sırf bu yüzden aşağılanan, sonraları içi pırpır eden, mutluluk sarhoşu Deniz’in yerine, kah sadece sağlığı elvermediği için isteklerine gem vurmak zorunda kalan ve eli kolu bağlanan Özgür’ün yerine, kah çocuğunun sağlığı için her an endişelenen, çaresizliğin kollarında nefesi kesilen anne-babanın yerine koydum, hepsi ben oldum, ben hepsi oldum.
Sinemadan çıktıktan sonra, yolda bir kamyonet gördüm, üstünde ait olduğu firmanın sloganı vardı:
Resimsiz çerçeve bedensiz ruha benzer…
Nokta.

18 Şubat 2011 Cuma

Bir kadın, bir erkek ve bir hikaye...

Kadın gözlerini açtı, pencereden dışarı baktı. Bulutlar sanki gülümsüyordu.  Yan taraftan gölgesi pencereye düşen ağacın yaprakları dans ediyordu.
Çok hafif bir hareketle yatakta döndüğünde, yanında yatan erkeğin eline değdi eli. İrkildi.
Üstünden çıkardığı her giyside ruhunu açmıştı. Ruhu çırılçıplak, bedeni ise çıplaktı. Erkeğin elini tuttu, elindeki sıcaklığın diğer bedene akışını izledi, diğer ruhun kapılarının aralandığını hayal etti.
Erkek homurdandı, rüya görüyordu, arada kaşları çatılıyor, sanki ıssız bir sokakta korkularından kaçar gibi koşan bir adamın yorgunluğunu sırtından atmaya çalışıyordu.
Kadın gözlerini kapattı, erkeğe arkasını döndü ve erkeğin sarılmasına izin verdi. Bu izin veriş nelere gebeydi, korkuyordu.
Erkek uyandı, gözlerini açtı, nefes alışverişindeki değişiklikten kadın bir şeylerin değişeceğini hissetti, gözlerini kapattı.
Erkek kalktı, arkasını döndü ve odadan çıktı, hiç konuşmadı.
Kadın bulutlara baktı, bulutlar hızlanmıştı, kadının yüreğindeki müziğin hızına uyarak,  şekilleri değişiyordu.
Kadın hareket etmeden yatmaya devam etti, bekledi.
Erkek mutfağa gitti, içtiği suyun boğazından aşağıya inişini duydu kadın. Erkek çıplaklığının farkına vardı, utanır gibi oldu, ama sanki bir el ona ‘boooş veeeerrrr’ der gibi el salladı, erkek gülümsedi, mutfağın camından içeri bakan bulutlar gülümsedi.
Kadın içinden saymaya başladı, çocukluğundaki oyun gibi, eğer 100e kadar odaya geri dönerse, seviyor. Eğer 115e kadar yatağa girerse, çok seviyor, 105’de yatağa girerse çok değer veriyor.
Kadın saymaya devam etti, 40,41,42,43….
Erkek ruhunu açmanın verdiği rahatsızlıkla ne yapacağını bilemedi, ne zaman böyle olmuştu, gecenin neresinde güneş doğmuştu, ne zaman ruhunu açmıştı, ne zaman kadının elini tutmuştu?
Kadın saymaya devam ederken, kendini yataktan kalkmaya hazırlıyordu, gidecekti.
Erkek yavaş yavaş odaya gitmeye başladı, ne diyecekti, ilk ne söylense iyi olurdu?
Kadın giysilerini nereye koyduğunu kontrol etti, yakında olmalıydılar, yakında olmak zorundaydılar, çırılçıplak kalan bedenini hemen kapatmalıydı, sanki hiçbir şey olmamış gibi…80,81,82,83…
Erkek odaya girdi, kadına baktı, sadece sırtını gördü, gülümsedi. 95,96,97…
Hava karardı, gri bir bulut  pencereyi kapladı, gülümsedi.
Kadın hüzünle dolu gözlerini kapattı.
Erkek yorganı açtı, yatağa yattı ve kadına sarıldı. Gri bulutun rengi maviye döndü. 102,103,104…
Kadın erkeğe döndü, işaret parmağını erkeğin yüzünde dolaştırdı, çıkan sakalların üstünde biraz durdu, gözlerinin kenarındaki çizgilerin derinliğine baktı. Sadece parmak uçlarıyla gördü.
Erkek gözlerini kapattı, kadın gözlerini kapattı.  Sevgi sadece parmak uçlarından aktı.

13 Şubat 2011 Pazar

Özgürlük...

Ben biraz paranoyak oldum son zamanlarda.
Zeitgeist filmini izlediğimden beri, dünyayı aslında topu topu beş İsrailli ailenin yönettiğinin açıklandığı bu filmi gördükten sonra, insanları yönetmenin en büyük şeklinin korku olduğunun farkına vardığımdan beri, paranoyak oldum.
Son zamanlarda özgürlük ne demektir diye sorguluyorum, ne kadar özgürüm?
İşte bulduğum cevaplar, belki sizin eksileriniz, belki de artılarınız vardır, hep beraber daha özgür olalım…
Özgürlük, saçlarının rüzgarda uçuşmasını hissetmektir.
Özgürlük, nefes alabilmektir, sağlıklı olabilmek, hastalıklarla uğraşmak yerine anın tadını çıkarabilmektir.
Özgürlük, yerine göre giyinmek, istediğinde pantolon, istediğinde elbise giyebilmektir.
Özgürlük, düşüncelerini söyleyebilmek, fikirlerini beyan edebilmek, çevreye bakabilmektir.
İstediğinde dışarı çıkabilmek, arkadaşını arayabilmek, istediğinde yurtdışına çıkabilmektir özgürlük.
Uçak korkusunun olmaması, yol tutmaması, araba kullanabilmek, sevdiğinin elini tutarak yürüyebilmek, denize çıplak girebilmektir özgürlük.
Özgürlük, kendi zamanını kendin için kullanabilmektir, istediğinde ve sadece kendin için hayır diyebilmektir.
Özgürlük kendi hayatını biçimlendirebilmek, köle olmamaktır.
Özgürlük, istediğin adımları atabilmektir, istediğinde vazgeçebilmek, hata yaptım, bırakıyorum diyebilmektir.
Özgürlük kanatların olduğunu hissetmek, ruhunda bunu hissedebilmektir.

PS: Yorum yapanlara çok teşekkür ederim, nedendir bilmiyorum, bir türlü yorumlara cevap yazamadım. hepinize teşekkür ederim.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Köklerime yolculuk...

Babaannem Rum’du, onu çok severdim, ölümünün üstünden yıllar geçti, hala özlerim onu. Babaannemin iki kız kardeşi vardı, Türkiye’de olan kardeşiyle çok fazla ilişkim yoktu, ama Atina’da yaşayan diğeriyle yıllarca yazışmış, görüşmüştüm. Sonra maalesef bir ara koptuk. 
Yıllar sonra babaannemin kız kardeşini bulmak üzere, Yunanistan’a gitmeye karar verdim. Şirkette çalışırken, bir anda elimi masaya vurdum ve ben Yunanistan’a gidiyorum dedim, anında pasaport ve vize işlemleri, vs derken, bir turizm şirketiyle otobüs yolculuğuna çıktım.
Otobüs yolculuklarını seviyorum. Uçak yolculuklarının ‘oldu-bitti, haydi şimdi ortama hemen uyum sağlayalım’ modunun ve uluslararası kültür merkezleri havaalanlarının tekdüzeliğinin aksine, otobüs yolculuğu gerçek bir yolculuktur, çünkü gerçekten yol üstündesinizdir ve yoldasınızdır, çevreye bakabilir, ortama ve kültüre  yavaşça uyum sağlayabilir, istediğinizi düşünebilir, her kilometrenin tadını çıkarabilirsiniz.
Yunanistan turu, Selanik, Kavala, Atina gibi büyük şehirlerin yanı sıra şu sırada adını hatırlayamadığım küçük yerleri de kapsıyordu,ama benim için asıl hedef babaannemin kız kardeşi Fofo’yu bulmaktı.
Selanik’te Atatürk Müzesi’ni gezdikten sonra yılbaşı günü Atina’ya vardık. Otele giriş yaptıktan sonra, bavulumu odaya bırakıp hemen resepsiyona indim. Elimdeki  Fofo’dan gelmiş eski bir mektuptaki adresi  resepsiyonist bayana gösterdiğimde, aynı adresin  Atina içinde üç farklı yerde olduğunu öğrendim. İnternetten yapılan kısa bir araştırmayla, aradığım yerin otele 15 dakika uzaklıkta olduğunu öğrenip rahatladım. Hemen bir taksi çağırmalarını, ama şoförün kesinlikle İngilizce bilmesi gerektiğini rica ettim.
Adresi şoföre verip, ona durumu anlattım. Kısa sürede evi bulduğumuzda, heyecan basmıştı beni. İçeri girmem gerekiyordu, ama apartmanın kapısı kapalıydı, birkaç zile bastım, ama açan olmadı. En sonunda apartmana giren biriyle birlikte içeri girmeyi başardım. Ama başarım kısa sürdü, çünkü Rumca bilmediğim için kapılarını çaldığım insanlarla iletişim kuramadım. Çoğu yaşlı olan oturanlarla ilişki kurmam neredeyse imkansızdı. En sonunda çareyi şoförü çağırmakta buldum.
Şoförün adı Panos’tu. Sanki bir Yunan Tanrısı gibi yakışıklıydı. Birkaç dairenin kapısını çalan Panos en sonunda Fofo’yu tanıyan bir aile buldu. Yaşlı bir karı koca ve torunlarıyla yaklaşık 40 dakika kadar konuştuğu sırada, ben artık iyice umutsuzluğa kapılmış ve gidelim diye tutturmuştum. Panos bir yandan beri sakinleştirmeye çalışırken, bir yandan da Fofo’nun dairesini tutan gençlere nasıl ulaşabileceğimizi araştırıyordu. En sonunda gençlerden birinin telefonuna ulaştık.
Şans eseri çok az bir süre sonra Fofo’nun kiracılarından biri eve geldi. Ve o gençten Fofo’nun avukatının telefonunu öğrendik. Yılbaşı tatili dolayısıyla ancak iki gün sonra ona ulaşabilirdim, ama bu beni hedefime yaklaştıran çok büyük bir adımdı.
Panos ile sohbet ederek, otele geri giderken, hayatımın derslerinden birini verdi: You see, never give up! (Gördün mü, hiçbir zaman vazgeçme!)
Otelin önünde taksiden inerken, Panos’un telefon numarasını istemek ya da  istememek arasındaki soru işareti, kafamda olmak ya da olmamak konusunu irdeleyen Sheakspeare’i anlamamı sağladı ve telefon numarasını almadan taksiden indim.
Ondan sonraki günlerde gittiğimiz yerlerdeki mola yerlerinde, büfelerde, hediyelik eşya dükkanlarında tezgahtarlardan rica ederek, avukatı aratmaya çalıştım.
En sonunda avukata ulaştığımda, elimde bir Istanbul telefon numarası vardı, babaannemin yeğeninin ya da başka bir tanımlamayla babamın kuzeninin telefon numarası. Hemen annemi aradım ve numarayı verdim.
Sonuçta Fofo’nun son üç yıldır Balıklı Rum Hastahanesi İhtiyarhanesi’nde kaldığını öğrenince kısa süreli bir şok yaşadım. Tam anlamıyla gökte ararken yerde buldum, yerde ararken gökte buldum ya da Atina’da ararken Istanbul’da buldum.
Fofo’ya ulaştıktan sonra, olayın sevincini Panos ile paylaşmak istediğimde, telefon numarasını almadığım için büyük bir pişmanlık içimi kapladı. ‘Never give up’ diyen Panos’u düşününce, aklıma Atina’daki otelle irtibata geçmek geldi, onlara olayı anlatan bir mail attım ve Panos’a ulaşıp ulaşamayacaklarını sordum ve aslında ulaşmalarını rica ettim.
Birkaç gün sonra cevap olarak gelen mailde, Atina’da Panos adında bir taksi şoförünün olmadığı yazılıydı.
İçimdeki sesin bir türlü Panos’tan telefon numarasını istemememi söylemesinden, Atina’da Fofo’nun evinin olduğu sokağın fotoğrafını çekerken, kapının önünde duran Panos’un arkasını dönmesinden ve fotoğrafın ışık huzmeleriyle dolu çıkmasından ve Panos’un bir türlü bulunamamasından, onun beni Fofo’ya ulaştıran bir melek olduğuna kanaat getirdim ve artık aramaktan vazgeçtim.  
Köklerimden birine ulaştığım Yunanistan tatili benim için anlamı çok büyük.

6 Şubat 2011 Pazar

Eski bir Türk filmi gibi, şaka gibi...

Ben çocukken Yeşilçam filmleri vardı, siyah beyaz… Zengin erkek, fakir kadının aşkı ya da birbirini severken, tuzağa düşürülen kadının kocası tarafından görülüp aşağılanması, terk edilmesi ve çocuğuna ‘annen öldü’ denmesiyle devam eden filmde kadın aşağılanmaya razı olarak, çocuğuna bakıcılık yapmaya çalışır, öz çocuğu ‘benim hiç annem olmadı, sen benim annem olsana’ derken gözyaşlarını tutmaya çalışır, çocuğuna sarılırdı. Veee yıllar sonra acı gerçekler ortaya çıkar, bu sefer koca kendini ezik hisseder, ama fedakar annenin  sadık ve iffetli eş olarak kocasını affetmesiyle erkek   rahatlar, sonunda üçü bir araya gelir, mutlu aile tablosunu el ele tutuşarak çizerler ve ekranda SON yazısı belirirdi.
Son günlerde tüm magazin dünyası ve tüm Türkiye Defne Joy Foster’ın ölümüyle sarsıldı. Neredeyse tüm köşe yazarları bu konuda fikirlerini beyan ettiler. Defne’nin melezliği, Defne’nin son gecesinde yaşadıkları, Defne’nin başka bir erkekle olması, Defne’nin çocuğunun ne kadar tatlı olduğu ve ona ne kadar benzediği, son röportajı, vs…
Birden çocuğum doğduğunda oturduğumuz sitedeki karşı komşumun, evine gelen misafirine beni göstererek, ne kadar fedakar anne, çocuğu için işini bıraktı, diyişi geldi aklıma birden. Ben miydim doğru olan, yoksa çocuğuna rağmen kendi hayatını yaşamaya çalışan Defne mi? Belki ikisi de değil, daha orta bir yol olmalı.
Anne olmak sadece çocuğu doğurmakla sahip olunan bir unvan mıdır, yoksa doğumdan itibaren sahip olunan bir rol model midir?
Bir kadın anne olmayı göze alıyorsa,tüm anne-çocuk ilişkisi sorumluluğunu da beraberinde göze almalı mıdır? Çocuğunun babasına karşı da sorumlulukları yok mudur? O çocuğa çevresinden laf gelmemesi için kendine daha dikkat etmekle yükümlü değil midir?
Kafamda tüm bu sorular dolaşırken, birden Defne’nin ölümüne hiç de üzülmediğimi fark ettim ve gözümün önünde bir resim belirdi: Ayağından asılmış Defne: Her koyun kendi bacağından asılır! Ama maalesef asılan koyun, bir yandan anneyse ve çocuğu daha hiçbir şeyin farkında olmayacak, ayaklarının üzerinde durmayan bir yaştaysa, çocuk da bir bacağından asılmıyor mudur ve hep hayatında bazı şeyler ağır aksak, çolak, kanadı kırık gitmeyecek midir?
Bu yüzden kızdım, aslında insanlara ve gençlere rol model olabilecek bir insanın kendini hiçe sayarak, kendine, kocasına, çocuğuna saygısızlığın doruklarında dolaşırken, hiçliği seçmesine kızdım, yoksa kim kiminle, nerede, beni hiç ilgilendirmez, onun çocuğuyla ilişkisi de beni hiç ilgilendirmez.
Sadece tam da yarışmadan elendiği haftada, en göz önünde, en gözde olduğu dönemde bu olayın vuku bulması da şaka gibi, Yeşilçam filmlerinde gösterilen komplo teorileri gibi… Tek farkla, sonunda ekranda sadece gerçekten aldatılmış bir koca, öksüz kalmış bir çocuk kaldı.

1 Şubat 2011 Salı

Dua...

Sanki bu aralar dua etmem gerekiyor. İçimden bir ses, dua, dua, dua diyip duruyor. Eh, vardır bir hikmeti.
Başlıyorum:

Allah'ım, bana sağlık ver.
Allah'ım kızıma sağlık ver.
Allah'ım kedimize sağlık ver.
Allah'ım evimin bolluğunu, bereketini arttır, evimde pişen aşın tadı artsın.
Allah'ım evime sıcacık yuva hissini, gelenlerin bolluğunu, huzuru, refahı ver.
Allah'ım,  akmayan çatıyı, açtığımda suyu bana getiren muslukları, çevirdiğimde evimi aydınlatan elektriği getiren düğmelerin rahatlığını ver.
Allah'ım, işimde rahatlık ver, Ekspres'in işlerinin hemen çözülmesinde, rahatlamasında yardım et.
Allah'ım, herkese evinde en az içi yemek dolu bir tencere, sıcacık yataklar ver. Herkesin gönlüne göre ver.
Allah'ım, kafasının içi örümcek ağlarıyla örülmüşlerin gözlerini doğuya çevir, doğan güneşte Atatürk'ün saçlarını, mavi gökyüzünde gözlerini, batan güneşin kırmızısında bu ülke için canını veren atalarımızın kanını görüp, düşünürken, davranırken bir daha düşünsünler.
Allah'ım, bebek isteyen her kadına anne olma şansını, Çocuk Esirgeme Kurumu'nda anasız babasız büyüyen her çocuğa sevgi dolu kucakları nasip eyle.
Allah'ım Alternatif Anne sitesini tanıyanlar, okuyanlar çoğalsın, yararları çok olsun.
Allah'ım herkese dolu dolu içlerine çekebilecekleri kadar nefes ver.
Allah'ım, iş arayan herkese gönlünce, iş gibi değil, hobi gibi bakıp, zevkiyle çalışacağı işler, mevkiler ver.
Allah'ım, yazılarım için ilham ver. Çok yazayım, çok okunayım, bildiklerimi, bilmediklerimi yayayım.
Allah'ım, bütün sevenlere sevdikleriyle güzel anlar, sevemeyenlerin kalbine sıcaklık ver, sevgi arayanların yoluna diğer sevgi arayanı çıkar lütfen.
Allah'ım, bu vatanın her karış toprağına özgürlük, her ağacına sağlık ver, her gencine bilge yaşlıların deneyimlerinden yararlanma fikrini ver ki, onlar da ağaçlar gibi kök salabilsinler.
Allah'ım bu duaya her okuyan amin desin. Herkesin amin denecek, herkesin en yüksek hayrına olan bir duası olsun.

Amin, amin, amin!

28 Ocak 2011 Cuma

O artık bir melek...

Kızım voleybola gidiyor. Voleyboldaki arkadaşlarına ve velilerine transformalnefes tanıtımı yaptırmak istedim. En sonunda yolum bir şekilde H. ile kesişti. 30 yaşında, iki çocuk annesi, 5 yıllık evli H. ile tanıştım. Tanışma vesilesi ise maalesef kanserdi. Transformalnefes kanser gibi oksijenli ortamlarda yaşayamayan hastalıklar için iyi bir alternatif, aynı anda hastalıklara neden olan düşünce yapılarınızı farkında olmadan dönüştürürken, nedenlerin kaynağından bazı farkındalıklar yaşamanıza, kendinize yaklaşmanıza yardımcı oluyor. H'nin yengesi de tanıtımda bunları duyduğu için Hatice için bir alternatif düşünmüş,ama maalesef H. artık son aşamaya gelmiş.

H'yi ancak iki kez görebildim, tam seans yapabilecek durumda değildi. Biraz masaj, biraz sohbet, biraz reiki...Son görüşümde Debbie Ford'un bir kitabını götürmüştüm: Işığı arayanların karanlık yönü...

O kitabı daha önce okudum, ama birden neler yazdığını unuttuğumu düşünerek, kitabı herhangi bir sayfasından açtım. Tam önüme gelen cümle bana bir tokat gibi çarptı, çok sevindim, sanki meleklerden bir mesaj gibiydi: Morgan kanserden kurtuldu.

H'ye masaj yaparken, onun bir eşikte durduğunu hissettim. Ne yaşamaya ne de ölmeye cesareti vardı, bir o yana, bir bu yana bakıyor, ama eyleme geçmiyordu. Ona, seçimini yap, dedim, yaşamayı hakediyorsun.

İki gün sonra H.nin vefat ettiğini öğrendim. O artık bir melek olmuştu.

İlk aklıma gelen çocukları oldu. Onlara nasıl anlattılar annelerinin öldüğünü. Sadece artık anneniz yok mu dediler, anneniz gitti, bir daha gelmeyecek mi dediler, ne dediler?

Sonra ben olsam ne derdim diye düşündüm ve en sonunda ona Melek adını takmaya karar verdim. O artık herkes için bir melek oldu, ilk başta da çocukları için, üç ve beş yaşındayken kaybettikleri, hatırlarında hiç birlikte anıları olmayan anneleri artık bir melek olmuştu. İçlerindeki hiçbir zaman bitmeyecek anne özlemini artık meleklerinin bitirmesi, gidermesi gerekiyor.

Kendimi düşündüm. Annem, babam, kardeşlerim,kızım ve  yeğenlerim hayatta. Ne kadar zenginim ben? Sadece sırasıyla, babaannem, dedelerim ve anneannem vefat etti. Allah sıralı ölüm versin derler, ama sırada acele etmemek gerekli, hayatı dibine kadar yaşamak, hayat verdiklerinin hayata karşı iki ayaklarının üzerinde sıkı sıkıya durduğunu gördükten sonra gitmek gerekli.

Aslında Candan Erçetin'in söylediği gibi: Ölümden başkası yalan!

Yalan olan bir dünyada, yalanların içinde doğruyu bulmaya çalışıyoruz, yoruluyoruz, vazgeçiyoruz, pes ediyoruz, sonra bir an geliyor, tekrar baştan başlıyoruz.

Ben bu aralar ölüme yaklaşmaya çok takılmaya başladım. Ne kadar kaldı, daha neler yapabilirim, kızım için, kendim için, çevrem için, sevdiklerim için ne yapabilirim? Yapılabilecek bu kadar çok şey varken, iki çaput parçası için sinirlerimi germeye ne gerek var? (Tekstilde çalışıyorum ya:-))

Sıralı ölüm olduğunu düşünüyorsan yanılıyorsun, daha zamanın olduğunu düşünüyorsan yanılıyorsun. Her an her şey olabilir'in içine ölümü de katabilliyor musun?

İşte böyle, son zamanlarım biraz karışık, biraz depresif, biraz ölüm soğukluğunda, biraz isteksiz, biraz şevksiz, biraz zoraki, biraz şimdiye kadar hiç olmadığı gibi, biraz köklenmiş, biraz daha değerbilir, biraz daha kararsız, biraz daha doyumsuz, biraz daha sevgi açı, biraz daha sevgi dolu, biraz yabanıl, biraz yabancı... biraz biraz hepsi...

Bilge'nin dediği gibi ama: Bu da geçer...

22 Ocak 2011 Cumartesi

Tarih tekerrürden ibarettir...

İlkokula giderken annemin çok sevdiği, benimse nefret ettiğim şey sabah kahvaltılarıydı, çünkü her sabah ben yataktan, Allah'ım ne olur, reçel olsun, ekmek olsun, zeytin olsun diye dua ederek kalkarken, masada önümde bir tabak çorba dururdu.
Neden? Çünkü çorba sağlıklıydı, ben de büyüme çağındaydım.
Şimdi kızım her sabah kahvaltı hayaliyle yataktan kalkarken, sebze çorbası ile karşılanıyor. Suratı da Mehter takımı görmüş Viyanalılar gibi düşüyor tabii.
Eskiden annem gibi olmayacağım diye tepinirken, artık bazı şeylerde bir bakıyorum, şu andaki annemin benim yaşımdaki hali ben, ben annemin yaşındayken, asıl ben'in olduğu yaşta da kızım... Eeee, doğal olarak şimdi de kızım acı çekiyor.
Yalnız kızım bir konuda çok şanslı, onun karşısına geçip de, sıkı can iyidir, kolay çıkmaz diyen yok. Bu anneme ait değildi, rahmetli dedem söylerdi, ben de köpürürdüm. Acaba bunu da kızıma karşı kullansam mı?
Biraz değişiklik olsun. :-)
Dönelim çorba olayına... Aslında sabahları çorba hiç fena fikir değil benim kızım için. Ben akşamları eve geç geldiğim için kızım benden önce yemeğini yemiş oluyor. Bu durumda kafasına göre takılmayı seviyor. Evde yemek olsa bile, onun canı makarna istiyorsa, makarna yapıyor ya da yumurtayı kırıveriyor. Bu durumda vitaminleri eksik kalacak diye içimde kalıyor. Çorbanın içine atıyorum evde ne varsa, patates, soğan, havuç, mercimek, pirinç, bulgur, nohut, karnabahar, pırasa, vs... kaynattıktan sonra blenderdan geçirip, sonra da bazen yağla tekrar kaynatıyorum ya da içine süt katıp tekrar pişiriyorum.
Eh, benim kızım da alıyor vitaminini sabahları, gerisi de kalsın artık.

17 Ocak 2011 Pazartesi

Geleceğe bakmak...

Eskiden her hatamdan ders çıkartacağımı düşünürdüm. Sonra zaman geçtikçe, dünya üzerindeki insan sayısı kadar hayat olduğunu, her hayatın kendi içinde dinamikleri olduğunu, bu dinamiklere göre doğruların ve yanlışların değiştiğini fark ettim ve kendi hayatımda hatalara ve onlardan alacağım derslere değil, aynı zamanda başkalarının hayatındaki hatalara ve bedellere bakarak nasıl zamandan kazanacağıma ve hayatıma değer katacağıma da dikkat etmeye başladım.
Aynı şekilde bütün bunları ülkelerin, halkların ve grupların da yapması gerektiğine inanıyorum. Yani eğer İspanya tüm sahil beldesini beton binalarla kaplayıp turizmini kendi kendine bitiriyorsa, neden biz bundan ders çıkartmayıp aynı hatayı yapıyoruz? Neden nükleer santrallerin ortaya çıkardığı sonuçlar toprağı ve çevresindekileri bitiriyorken biz bunları göz ardı edip, doğa harikası yerlere nükleer santraller dikmeye çalışıyoruz? Cevabı söylemeye dilim varmıyor.
Bugün kızımın okuldan getirdiği gazetenin kapak sayfası dikkatimi çekti: Aylık okul öncesi, çocuk ve gençlik kitapları gazetesi İyi Kitap.
Çok dikkat çekici bir başlık: Bugün karbon kartım geldi, ayvayı yedim!
Yıl 2015 diye devam ediyor, nasıl yani, karbon kağıdı da ne? Jules Verne’in kitapları da bir zamanlar hayal ürünü olarak nitelendiriliyordu, sonra hepsinin gerçekleştirildiğini, teknolojinin Jules Verne’in hayalinin çok ötesine taşındığını öğrendik.
Eh, 2015 aslında 4 yıl sonrası, o kadar da uzak değil. Kitabın konusu 2015 yılında Britanya’da %60 karbon kısıtlamasını başlatmasını ve genç bir kızın hayatının bununla ne kadar değiştiğini anlattığını anlıyorum yazıdan.
Yazı aslında kitabın yazarı Saci Lloyd ile bir röportaj, beni en çok çeken röportajın içinden aşağıya yaptığım alıntı oldu. Yorumu size bırakıyorum:
''Ben düşük karbon ekonomisine geçişin sosyal yönleriyle ilgileniyorum; aile romanımda önemli bir unsur. Sınırsız karbon emisyonu, toplum olarak, aile olarak ve birey olarak, altmış yıl önce kimsenin hayal bile edemeyeceği kadar bireysel bir şekilde yaşamamıza imkan sağlıyor. Etraftaki tipik bir aileyi gözünüzün önüne getirin; evdeki herkes interneti, televizyonu, mutfak aletlerini, cep telefonunu, müzik setini kullanarak yoğun bir şekilde enerji harcıyor, her odada herkes ayrı ayrı enerji tüketerek bir şekilde iletişim kuruyor. Ama herkes aslında etrafındaki kişilerle iletişimsiz. Ben tüm bunları ortaya sermek ve bir aile bir sorunla hep birlikte nasıl başa çıkıyor görmek istedim. Kitapta değişimin gerçekleştiği ve insanların buna uyum sağlamaya çalıştığı hayali bir dünya anlatılıyor. Bu yeni dünyada yaşamak kolay değil, fakat zamanla insanlar birlikte yaşamayı öğreniyor. Birlikte çalışmayı, birbirlerine göz kula olup arka çıkmayı… hatta daha cüretkar konuşacak olursam, daha mutlu olmaya başlıyorlar, çünkü en azından mecburen akıllarını kullanıp ‘aklın bir olan yolunu’ buluyorlar. ''
Evet, aklın yolu bir, hepimiz birey olmaya çalışıyoruz, kendimizi öyle ya da böyle bir şekilde ortaya koymaya çalışıyoruz, ama kantarın topunu da bu arada kaçırıyoruz. Öyle bir oluyor ki, gözümüz hiçbir şeyi görmüyor, kendimizden bir şeyler vermeye kalkarsak artık dünyada var olmayacağımızı düşünüyoruz, ne kadar çok alırsak o kadar çok olduğumuzu düşünüyor, aslında yok olduğumuzu fark etmiyoruz.
Sonuç: dünya yoksa aslında biz de yokuz.

16 Ocak 2011 Pazar

Anti Kırık Cam Teorisi...

Geçenlerde bir mail geldi, başlığı ‘Kırık Cam Teorisi’...
Amerika’da bir araştırma yapılmış, eğer bir yerde bir cam kırılırsa ve tamir edilmezse, hemen yanındaki cam da biri tarafından kırılabiliyor. Ve bir yerde bir çöp atıldıysa,  aynı yerde çöplerden bir öbek oluşabiliyor. Bunun güzel örneklerini ülkemizde de yaşıyoruz.  Bir yere bir çöp poşeti konur ve siz akşama aynı yoldan eve dönmek üzereyken, bir çöplüğün yanından geçtiğinizi düşünebilirsiniz.
Bu durum fark edildikten sonra, kırılan camlar hemen tamir edildiğinde, çöpler ortadan kaldırıldığında, vs, suç oranının azaldığı da saptanmış.
Haydi şimdi bunu kendimize uygulayalım:
Bir satış danışmanı size sert mi davrandı, neden ona bir espriyle cevap vermiyorsunuz? Biri size sertçe konuştuğunda neden ufacık bir espri patlatmıyorsunuz.
Bir sürü kişisel çalışma yaptım, hala da yapıyorum. Bazen çamuru dibine çökmüş bir bardak suya çomak sokup, karıştırıp karıştırıp suyu bulandırdığımı düşünüyorum. Bazen de kendime baktığımda, yürüdüm, gittim, az tepe uz tepe gittim, bir dereboyu yol gittim, bir baktım, bir arpa boyu yol gitmişim diyorum.
Bu kadar farkındalıkla bile en azından insanlara verdiğinizin size geri döndüğünü gördüm. Karşınızdakine saygı duyarsanız saygı görüyorsunuz, karşınızdakine nazik oluyorsanız, siz de nezaketle karşılaşıyorsunuz, bu kadar basit. Komplike düşünmeye, tümdenvarıma, düz mantık felsefesine hiiiiç gerek yok, neyse o.
Bu kadar kolaysa neden yapamıyoruz? Sanırım biz zoru seviyoruz. Önce en kolay çözülebilecek problemi alıyor, eviriyor, çeviriyor, sonra büyütüyor ve sonra çözünce mutlu oluyoruz. Belki tek yapmamız gereken sadece kırık camları onarmak ve yerdeki çöpü ortadan kaldırmak…
Amerikan filmlerinde rastladığım, ama konuksever ülkemizde pek de tanıdık olmadığım bir sahne vardır: Otobüse binen yolcunun şoföre selam vermesi ve hatırını sorması, tabii hatır sorunca insan hemen şoförün tanındığını düşünüyor. Tamam, o kadar ileri gitmeyelim, ama otobüs şoförünü tanımamamız ona merhaba dememizi engellemez ki ya da minibüs şoförünü tanımasak da, ona hayırlı işler dileyemez miyiz? Düşünsenize, sürekli trafikte boğuşan birinin bir cümleyle kendine gelmesini, belki de böylece 10 dakika sonra kaza yapma olasılığını ortadan kaldırıyorsunuz, farkında mısınız?
Hayat bu kadar kolay aslında, güldüğünüzde, güldürdüğünüzde ve sadece sevgiyle yaklaştığınızda…

14 Ocak 2011 Cuma

Sadece konuştum mu diyorsunuz.... Fena halde yanılıyorsunuz.

‘Yoga bilgeleri insan yaşamının tüm acılarının ve tüm neşelerinin kelimelerden kaynaklandığını söylerler. Deneyimlerimizi tanımlamak için kelimeler yaratırız ve o kelimelere tasmaya bağlı köpekler gibi etrafımızda çekişip kendilerine bağlı duygular taşırlar. Kendi mantralarımızla kendi kendimizin kanına gireriz. (ben bir kaybedenim… yalnızım… kaybedenim… yalnızım..) ve onların anıtlarına dönüşürüz. Dolayısıyla bir süre konuşmayı bırakmak kelimelerin gücünden sıyrılmaya, kendimizi kelimelerle şaşkına çevirmeyi durdurmaya, kendimiz boğucu mantralarımızdan özgürleştirmeye kalkışmaktır. ‘ Ye, dua et, sev, Elizabeth Gilbert, Pegasus Yayınları…
Konuştuklarınızı dinlediniz mi hiç? Ne diyorsanız düşüncelerinizi sesli olarak ortaya koymuş oluyorsunuz aslında.
Kendinizi konuşurken dinliyor musunuz? Başkalarını gerçekten dinliyor musunuz, yoksa sadece karşınızdaki konuşurken kendinizin ne cevap vereceğini, ne yorum yapacağını mı düşünüyorsunuz? O zaman bu dinlemek değil zaten, sadece dinlermiş gibi yapmak.
Sadece bir insanı dinleyerek, çok kısa sürede yaşama bakış açısı, bardağı dolu mu, boş mu gördüğü, geleceği hakkında fikir sahibi olabilirsiniz. Bu kadar kolay… Nasıl mı? Sadece konuştuklarına dikkat edin, sözcükleri nasıl kullandığına, hangi enerjileri sözcüklere yüklediğine bakın, bu kadar basit.
Aslında artık hiçbir şey bilmiyoruz. Bilgi çağında olduğumuzu sanıyoruz, internet elimizin altındayken her istediğimiz bilgiye hemen kavuşacağımızı sanıyoruz, ama feci halde yanılıyoruz. Hayatın özünü bilmek için atasözlerimize bakmak gerekli. Bu konuyla ilgili olarak, korktuğum başıma geldi, 40 kez söylersen olur gibi atasözleri yeterli. Doğadan koptukça bu atasözlerinin anlamlarını da unuttuk.
Neyi söylerseniz enerjinizi ona yüklüyorsunuz. Korkuyla mı konuşuyorsunuz, işte çoğalıyor korku, çünkü sürekli onu düşünüyorsunuz, kendinize onu hatırlatıyor, unutmaya izin vermiyorsunuz. O da gittikçe büyüyerek size teşekkür  ediyor. O zaman neden olumlu konuşmayalım?
Trafikten çok bunalmış ben, artık işten çıkıp arabaya bindiğimde, tamam şimdi, trafik rahat ve rahatça evime gidiyorum diyorum veeeee oluyor. Oflamıyorum, poflamıyorum, sadece olmasını istediğimi söylüyorum. Meşhur adıyla Secret, genel adıyla çekim yasasını işletiyorum ve hayatımı kolaylaştırıyorum.
Aslında hayat bu kadar basit, tek fark fark edebilmekte.

13 Ocak 2011 Perşembe

Kadın olmak ya da kadın kadın olmak...

Dünyaya gelirken kadın olmayı seçmişim, yani iki memem, bir vajinam olmasını... Tabii görsel olarak...
Yani bana baktığınızda şöyle diyorsunuz, hmmm bir kadın...
Bir de kadın kadın olmayı seçenler var, baktığınızda iki memeden daha fazlasını gördüğünüz kadınlar, yürürken, otururken, kalkarken, elini saçına götürürken kadın olduğunun farkında olan, alıcı, çekici, kısaca kadın kadınlar... Onlara bakarken de şöyle diyorsunuz, oooooooo... kadın gibi kadın...
Son 20 yılda, özellikle son 10 yılda çalışan kadın sayısının artması ve kadınların üst düzeylerde de çalışabileceğinin artık kabul edilmesi ortalığı bir savaş alanına döndürdü, üst düzeylere çıkmak isteyen kim olursa olsun kendini kanıtlamak zorunda olduğu için kendinden vazgeçmek zorunda kalıyor, sonra geldiği yerde kalabilmek için kendi olmaktan vazgeçiyor, sonuçta artık kim olduğunu bilemez duruma geliyor. Bu arada çalışmak erkek enerjisi fazla bir durum olduğu için erkekler daha şanslı. Eski zamanları düşünün, kadın toplar, erkek avlanırdı, şimdi ise kadınlar da er meydanına çıktı ve av peşinde koşturuyor, toplayıcı kadınlar ise ikinci sınıf olarak kaldı.
Er meydanındaki kadınlar ortama ayak uydurmak zorunda ve oranın enerjisiyle de uyumlanmak zorunda olduklarından artık gittikçe kendilerini nötrleştirmeye çalışıyorlar.
Hepimiz enerji bedenleriz, yani yoğunlaşmış enerjilerimiz içimizden dışarıya vuruyor, birine baktığımızda sadece onun bedenini gördüğümüzü düşünürken, aslında enerjisinin dışavurumunu görüyoruz. O yüzden çirkin yüzlü biri bize güzel gelebiliyor ya da dünya güzeli bir kadına baktığımızda hiçbir şey hissetmeden duvara baktığımızı düşünebiliyoruz.
Bedende iki enerji dolaşıyor, eril ve dişil enerji, eril enerji bedenin sağında yer alıyor ve ifade etmeyi gösteriyor, dişil enerji bedenin solunda yer alıyor ve alıcı olmayı ,kabul etmeyi gösteriyor. Bu enerjilerin dengesizliğini aynaya baktığımızda görmemiz çok kolay.
Ben de kendime baktığımda erkek tavırlı bir kadın bedeni görüyorum son zamanlarda. Allahtan son zamanlarda kadınsı bir davranışla her gün makyaj yaparak gidiyorum işe, ama yine de içimdeki erkek enerji bir yerlerden haylazca fırlayıveriyor ve adımlarımda kendini belli ediyor.
Çalışırken kadın olmak biraz daha kolay belki de, çünkü sürekli bakımlı olmak zorundasınız. Kendinizi bırakma lüksünüz yok, ama benim gibi manikür, pedikür için kuaföre gitmeyi sevmiyorsanız, kuaför ziyaretlerinin arası uzuyorsa ancak bakımsız olma lüksünü yaşıyorsunuz.
Anne olup çalışma hayatının içinde hem kariyer hem çocuk diye debelenirken kadın rolünün görevleri, zamansızlık nedeniyle boşverilebiliyor. Örneğin yemek yapmak, genelde çocuklu evlerde bakıcılara bırakılıyor. Evi toplamak, temizlemek ise bakıcı ve temizlikçi arasında paylaştırılıyor. Evin annesi ise bir erkek gibi iş peşinde koşturuyor, eve ekmek getiriyor.
Evet, kadının elinin ekmek tutması iyi bir şey, ekonomik özgürlüğünün olması çok iyi bir şey, ama hayatsal rolünün dışına çıktığında, dengeyi kaybettiğinde hayatından aldığı doyum azalıyor.
Sonuç olarak, ben kadın olduğumu daha fazla hissetmek istiyorum.  Bana baktıklarında ooooo, kadın gibi kadın desinler istiyorum.

4 Ocak 2011 Salı

ödevler...

İçimin şiştiğini hissediyorum. Bağırasım geliyor, bağıramıyorum. Nereleri yumruklasam diye bakıyorum, duvarlara acıyorum. Ne tür bir duygu bu, adı da yok sanki. Bulursam Nobel İsim Bulma Ödülü'nü alır mıyım, bilmiyorum.
Alt tarafı kızım ödev yapıyor. Evin ortasındaki yemek masasının yarısı kitaplar, defterler, kartonlarla kaplanmış, yerde silgi tozları... Ve benim sinirlerim havada...
Her akşam eve geldiğimde, ortalıkta aynı görüntü, kızım yemek masasında iki büklüm ders yapıyor, arada gaflete düşüp, bana bir şeyler soruyor. İşte o anda, içimde bir şeyler şişmeye başlıyor. Her seferinde derin bir nefes alıp, şimdi geçiyor, sakinim, sakinim diyorum, ama işe yaramıyor. Önce sakince cevap vermeye çalışıyorum, sonra bir bakıyorum, bağırmaya başlamışım. İstisnasız durumlar varsa, bu da onlardan biri...
Benim annem babam bana derslerimde hiç yardım etmedi, o zaman bilgisayar, internet de yoktu, özel ders, kurs, etüt modaları da yoktu. Ben yapardım, gidip soru da sormazdım. Bir şekilde biterdi ödevler, dersler, bir şekilde çalışırdım. Ama tabii o zaman şimdinin anlamsız proje ödevleri yoktu. Neye yarıyorsa bu projeler? Bir ara bir arkadaştan, çocuk ve ebeveynlerin bir arada zaman geçirmelerini sağlamak için verildiğini duymuştum. Aman Allahım, Türkiye'de son yüzyılın buluşu bu proje ödevleri, daha üstüne tanımıyorum. Benim çocuğumu görmek için zaten akşamları en fazla iki saatim var, bu saat içinde çocukla yemek yiyeceğim, çocuk ödevini yapacak, biraz dinlenecek, sohbet edeceğiz, sütünü içecek, dişlerini fırçalayacak, belki banyosunu yapacak, ama biz bu kadar saatte proje ödevi de yapacağız. Aaaa, haklısınız, haftasonu neye yarar, o zaman yapalım değil mi? Peki, ben ne zaman dinleneceğim?
Bilemiyorum, ben bu ödev konusu açılır açılmaz açılan delikten kaçmak istiyorum.
Bilinçaltı olayı var ya, sanırım bir yetersizlik söz konusu bende.Sanırım bu bilinçaltımda yetersizlik duygusu beni içeriden hançerleyip hücrelerimi şişiriyor, asıl suçlu bu.  Ben kontrol yapmayı, kontrolü takip babından hiç sevmem, sanırım bu konuda  beceremeyeceğim için çocuğumun ödevlerini de hiç kontrol etmiyorum. Bir iş arkadaşım, test yapmayan çocuğum için kaşlarını bir yukarı bir aşağı oynattıktan sonra hmmm, önce zaman ayarlayacaksın, soruları vereceksin, saat tutacaksın, sonra da yanlışlarını öğreteceksin dedi. Ben de içimden, görürsem söylerim dedim. Bana ne, yaparsa kendine, yapmazsa yine kendine... Bu sefer de , çocuğuna öncü olacaksın, onu yönlendireceksin diyen öcüler çıkıveriyor. Allahım, ne zor iş!
Offf, nerelere gideyim, avazım çıktığı kadar ben yetersizim işte ya, ne ödev yaptırabilirim ne de onun yerine ödevlerini yapabilirim, bu işten de nefret ediyorum diye şişlerim inene kadar bağırayım?
Ne bileyim, bilemedim yine...

2 Ocak 2011 Pazar

Ye, dua et, sev...

Bu kitap defalarca elime geldi, her kitapçıya gittiğimde en az bir kez elime aldım, sayfalarını karıştırdım ve bıraktım. Hayır, hayır, hayır… Off,  bir kişisel gelişim kitabı daha… Önce bedenin için en iyi yemekleri öğreniyorsun, sonra Allah yoluna dönmenin binbir yolu duayla geliyor ve sonra koşulsuz sevgiyi deneyimliyorsun. Kitabın adının bende yarattığı izlenim buydu.  İşte her zamanki gibi bir cümleden yola çıkılarak yapılmış bir kitap… İçim karşı koydu, ne sağlıklı yemekler ne  meditasyon ne de koşulsuz sevgi havamda değildim.
Sonra bir anda Julia Roberts dergilerden dışarı fırlayıverdi, işte ‘ye, dua et, sev’… nasıl yani? Bu kitap, bu kitap… ????????
Meğerse en sevdiğim tarzmış, hem komik, hem beklenmedik, hem de deneyim dolu… Arkadaşım bir anda kitabı önüme koyuverdi, ben okudum, sen de oku dedi ve gitti. Ben de bu sefer kapağında Julia Roberts en saf ve en gönülden güleç haliyle varken, kitabın kapağını araladım ve yolculuk başladı.
Makarnalarla başlayan yolculuk gizemli aşram konukluğundan sonra Bali’nin şifacılarının yanında sona eriverdi.
Hani çok sevdiğiniz bir şeyi yersiniz ve yediğinizin tadı ağzınızın her yerini kaplamıştır, midenizden bedeninizin her hücresine ulaşmış ve doyum sağlamıştır. İşte kitabın bende yarattığı duygu bu.
Asıl beni meraklandıran olay şu:
Bu kitap aylarca önüme düştükten sonra neden bu zamanlamada okudum? Neden bu aralar sürekli karşıma bir yılını yurtdışında gezerek geçirmiş bir danışan, bir anda İstanbul’dan Marmaris’e taşınmaya karar vermiş bir ailenin hikayesi gibi şeyleri arka arkaya duyuyorum?
Bir ara Facebook’ta yazdığım gibi gezesim var, tozasım var, tozu dumana katasım var. Evren de bana git diyor sanırım, ama ben bu aralar duymazlıktan geliyorum.  

1 Ocak 2011 Cumartesi

Yeni yıla girerken...

Bazı şeyler sadece insanlar için yaratılmış. Binalar, müzeler, kitaplar ve tabii ki zaman…
Hangi hayvan ya da hangi ağaç geçen zamanın farkında ve bunu umursuyor? İnsanlık ne zaman, zamana bu kadar çok anlam yükler oldu ve ne zamandır yılbaşı bu kadar önemli? Bu kadar değer katılarak, anlam katılarak kutlanıyor, neden bu kadar insanlara bu kutlama stres yaratıyor?
Sadece ve sadece bu kadar anlamı yükleyen bizleriz, her şeye bir isim, bir anlam katma çabası herhalde içimizde egonun ve statü değerlerimizin bir dışavurumu…
Yine herkes yılbaşı programlarını sordu, Aralık ayının yarısının sıcak geçmesi, yılbaşı havasının olmaması için en büyük etken oldu. Yine de yılbaşı ağacımızı süsledik ve altına hediyelerimizi koyduk. Artık Noel babaya inanmayan kızımla birlikte internetten hediyelerimizi seçtik ve hediye alım işini bir saat içinde oturduğumuz yerden hallettik.
Bu yılbaşı kızımın partisi vardı evde. Ben ilk defa bu kadar süslü girmek istedim yeni yıla. Saçımı bir hafta öncesinden en sonunda renk katarak ve yüzüme uygun bir kesimle, içime sinerek hallettim ve bir hafta boyunca, saçım hakkında yapılan yorumlarla mutlu oldum. Aslında bu yorumlar beni yoruyor, şurasını şöyle yapsaydın, sana böylesi daha güzel giderdi, yine değiştirmedin mi kuaförünü, eski tarz kesimler yapıyor, sana modern saçlar gider, daha fazla kısaltma, küt yaptır, hareket verdir, vs, vs, vs… çooook yoruldum. Neyse, bu sefer yorum yapanların %100’e yakını mutlu olduğu için sadece gülümsemek ve teşekkür etmek yeterli oldu.
Bir de tabii manikür ve pedikür olayı vardır beni geren. Kuaförde saatler geçirmeyi sevmediğim için, fön makinelerinin sesi, kuaförlerle sohbet edebilen ve dertleşebilen kadınların bana verdiği şaşkınlık duygusu, fön makineleri sustuğu anda ortaya çıkan televizyondaki müzik kanalından gelen şarkı adı altındaki bağırtılar beni rahatsız eder ve elimden geldiğince kuaföre gitmekten kaçarım. Ama bu sefer ne olduysa, yeni yıla gerçek bir kadın gibi girmek isteği doğdu içimde. Sanırım son zamanlarda yaptığım onca çalışma, dişilik enerjimi arttırdı.
Allahtan işten erken çıktık ve ben kendimi eve atar atmaz uyudum. Sonra gelen bir telefon sesiyle tam zamanında uyanıp kuaföre gittim. Biraz erken gidince, araya da bazı alınacak kaşlar girince biraz bekledim, ama ilk defa beklerken rahat olduğumu hissettim, aslında içimde evde hazırlık yapmamı gerektiren bir stres vardı.
El tırnaklarıma yılbaşı rengi sürdürdüm, bordomsu, ışıltılı bir kırmızı… Ayak tırnaklarım ise boyasız kaldı, nasıl olsa çorapların içinde kalacaklar ve hala bir erkek tarafından görülme umutları yok.
Eve gelmeden önce son alışverişi de yapıp, cips ve içki yılbaşısına takılanların ardından kasada paramı ödedim ve eve gelir gelmez kendimi mutfağa attım. Söz konusu benimle birlikte yılbaşını kutlayacak dört adet ergen ve bunlardan ikisi zaten fazla bir şey yemiyor. Makarna salatası, sosis, patates salatası, kızımın yaşgününde yapılmış ve onay almış neskafeli pasta, nugget, önceden sarılmış, sadece kızartılacak sigara börekleri… İçecek olarak meyve suyu…
Patates ve makarna için aynı sosu hazırladım. Sigara böreklerini kızartırken,  sosisleri fırın tepsisinin üzerine alüminyum folyo serip uçlarından dörde kesip dizdim. Makarnalar haşlanırken patatesleri doğradım, sosunu ekleyip dolaba kaldırdım. Masayı hazırlarken krem şantiyi çırptım ve neskafeyi içine döktüm. Bisküvileri kırmak zaten çok kolaydı ve hayat kurtaran borcamın içine karışımı döktükten sonra buzluğa kaldırdım.
Kızlar fazla bir şey yemediler, yemeklerin çoğu kaldı.
Bu arada yeni yıla doğru evden çöpleri atmak için çıktım. Artık yırtılmak üzere olan, en sevdiklerimden olan ve bana en çok yakışan kotumu üzerimden çıkarıp çöp torbasına yılın mottosu ‘geçmişi bırakıyorum, yeniye yer açıyorum’ ritüeliyle tıkıştırmıştım. İçimden bir ses şöyle dedi: evet, sevsen de aslında hiçbir şeye sahip olamazsın, bırak gitsin, görevini bitirdi.
Eve gelince kızları tombala oynamaya razı ettim. Yıllardır hiç oynamadığım ve bu aralar içim çok nostaljik takıldığı için tombala oynamak çok iyi geldi, bu arada kızım hiç kazanamadığı halde, yenilmeye alışmış olduğunu ve yine de oyuna devam ettiğini görerek bu gelişimden çaktırmadan mutlu oldum. Devam etmesine karşı içindeki mutsuzluk onda uyku yapmıştı.
Saat geceyarısına ve yeni yıla yaklaşırken, bir poşete koyduğum narı kapıda üç kere yere atarak kırdım. Bu son zamanlarda öğrendiğim bir ritüel, eve bereket getirirmiş. Sonra da nardan herkese verdim.
Ah tabii bir de kırmızı don manyaklığımız var, ‘yeni don giy, donan’ özsözünü hayatıma kazıyan annem sayesinde her yılbaşında kırmızı don giyme alışkanlığım da oldu. Geçen yıldan kırmızı donları dantelli olan kızlar buna uzunca bir süre karşı çıksalar da, benim aldığım Noel baba motifli donların çekiciliğine dayanamadılar.
Bir de tabii tam yılbaşında patlatılan havai fişeklerin görüntüsünü pencereden izlemek muhteşemdi. Bir gökkuşağı bir de havai fişekler, hiç sıkılmadan seyredebilirim ve her seferinde de aynı duygu yoğunluğunu yaşayabilirim.
Eh yeni yıl gelir de, insanlar birbirini öpmez mi? Biz de birbirimizi öptük, kutladık. Artık yeni yıl gelince ne oluyorsa, sanki yeni yılın gelmesinde, zamanın geçmesinde bizim bir katkımız varmış gibi, birbirimizi kutluyoruz. Bu da bir alışkanlık ve her alışkanlığın da bir mantığı olması gerekmiyor, ama sanırım burada yeni yılın verdiği umutlar herkesi sevindiriyor, umutsuz yaşanmıyor sonuçta.
Sabah kalktığımda üşüdüm, kaloriferin derecesini biraz daha açıp tekrar yattım. Meğerse elektrik gitmiş, hem de sokakta sadece iki apartmanın elektriği kesik. Elektrik arızayı aradım ve bir süre sonra geldiler. Saatler süren ve kazı gerektiren çalışma sonunda kabloları farelerin yediği ortaya çıktı. Sanırım fareler dün yılbaşını bizim evin önünde kutladılar.
Yeni yıl bizde böyle başladı, pencereden giren güneş ışıklarının ısıttığı evimizde, elektrik olmayınca çalışmayan buzdolabı ve televizyonun izin verdiği sessizlikle…
Bakalım, bu yıl neler olacak?